İşte tam her şeyi unutmuşken, burası ait olduğum yer
demişken insan değil bu sefer başka bir canlı karşımda durup “Artık bu
topraklar size ait değil, gitmelisiniz.” diyor.
Gri renkli, balon kafalı, korkunç bakışlı, vücudu saç
ya da tüyden bihaber, bu garip yaratığa korkuyla bakıp “Evimizi terk edip
nereye gideceğiz?” diyorum umursamazlığı karşısında kırmızı bir öfke tüm
bedenimi yakıyor ama bunu da anladığını sanmıyorum. İnsanların dilini
konuşmayı, bileğine taktığı ışıksı bir cihazla halleden varlık insani duyguları
nasıl hissedebilir ki?
İstanbul’un, ünlü İstiklal’inde, manzarası Galata
Kulesi olan bu apartman dedemin babasından anneme ondan da bana miras kalmıştı.
Burada bir süre yaşamak ailemle yaptığım antlaşmada yerine getirilmesi zorunlu
maddeydi. Annem evin adresini ve anahtarını elime tutuştururken çok heyecanlıydı.
“Sen git bir yerleş, ben de gelirim.” dedikten sonra evin fotoğrafını çantama özenle
koymuştu. Sanki evi görmeye gitmiyorum da onun ilk gençlik zamanlarına
ışınlanıyordum. Onca hatıranın ortasında yaşama düşüncesi beni biraz sıkıyordu
çünkü anlattığı anıların sonu hep acıya çıkıyordu. Güzel başlayan hatıraların
bir yerinde susup kalırdı. Ben “Eee sonra ne oldu?” diye heyecanla sorduğumda da
“Sonra kaçıp gittiler ya da bir sabah kapının önünde cesedini buldular.”
şeklinde biten biber gazı tadında gözleri yakan anılardı bunlar.
Ertesi sabah uçağım İstanbul’a indiğinde boğazda açan
erguvanlar, denizin berrak görünümü, güneşin taze ışıltısı, insanların
umursamazlığıyla karşılaşmıştım. Sanki dünya “Hadi yeniden başlıyoruz” diyor
gibiydi. Bir an evvel gidip evi göreyim ve annemi arayıp bu işin olmayacağını
söyleyeyim istiyordum. Yol basitti, İstiklâl’i kime sorsam bilirdi ama değerini
herkes anlayamazdı. Kaybetmek lazımdı ya da uğruna savaşmak neyse ki 21.
asırdaydık ve hepsi geride kalmıştı. Otobüsün camına başımı yaslamış tüm
bunları düşünürken köprüdeki trafiği geçtik, Beşiktaş’ta tarihle kavgaya
tutuşmuş belediye eserleriyle karşılaştık. Tarihin sanatla dokunduğu binalara yollara,
belediye beton ve asfaltla karşılık vermişti. Trafik tıkandıkça gerildim,
çantamın en gizli köşesine sakladığım adresi ve fotoğrafı çıkarttım. Birilerine
soracak olursam takılmadan söyleyeyim diye adresi ezberlemeye çalıştım,
fotoğrafa iyice baktım. Apartmanın mermer süslemelerine, cumbasına, geniş pencerelerine,
Galata’yla olan açısına baktıkça garip bir heyecan yükseldi içimde ve bir an
evvel evde olmak istedim. Havabus Taksim’e geldiğinde, küçük pembe valizimi alıp
aceleyle taksi aramaya başladım. Taksiler karşısında sanki görünmezdim. Elimi
kaldırıyorum ama hiçbiri durmuyor, yanımdan geçip gidiyordu. Buraların
bilmediğim bir taksi durdurma âdeti mi var acaba diye düşünürken bir taksi
yanıma yaklaştı. “Abla yolculuk nereye?” diye sordu. Yabancı olduğumu belli
etmemeye çalıştım ama tabii dilim sürçtü ”Galate Kulesi’’ne deyiverdim. Adam “Hımm
Galata Kulesi, yakınmış” deyip yanımdan hızla ayrıldı. Sonra başka bir taksi
geldi aynı soruyu sordu. Bu sefer hazırlıklıydım. “Galate, iki katını veririm”
dedim. Taksici şüpheci gözlerle beni inceledikten sonra “Bizi tufaya getirmeye
çalışan gazetecilerden değilsin di mi?” diye sordu. Ben ne dediğini anlamaz bir
ifadeyle “Lütfen!” diyebildim. Adam yüzümdeki yakarışa ikna oldu. Bagajı açtı.
Valizi bagaja attım ve şoföre açık adresi söyledim. Önce Harbiye, sonra birkaç
ara sokak derken yolculuk çok sürmedi, ailemin özlem dolu geçmişinin tam önünde
ani bir frenle taksiyi durdurdu. “Geldik, iki yüz elli TL” dedi. Yaptığımız
anlaşmaya sadık kalarak sessizce parayı verdim ve açılan bagajdan valizimi alıp
fotoğraftaki evin tam karşısında öylece donup kaldım. Bina bana bakıyordu, ben
binaya. Dışardan aptalca görünüyordu çünkü herkes Galata’yı izlerken ben ona
sırtımı dönmüş başka bir şeye bakıyordum. Girişteki demir kapının etrafını
çevreleyen kir ve toz adeta çok uzun yıllardır kapalı olduğunu simgeler gibiydi.
Önündeki mermer merdivene dinlenmek için oturan insanlara aldırış etmeden
kapıya yaklaştım. Topuzuna dokundum. Cebimden anahtarı çıkartıp demir kapının
kilidine soktum, işte açılmıştı. Kapıyı açacağıma inancı olmayan insanlar
şaşkınlıkla oturdukları yerden kalktılar ve ben o ağır demir yığınını kendi
çabamla iterek içeri girdim. Her yanı mermer kaplı geniş girişi geçip ahşap
tırabzanlara dokuna dokuna aslan başı heykellerin bulunduğu ikinci kata çıktım.
Bordo renkli, çiçek nakışlı ahşap kapı yıllardır beni beklemişçesine karşıma
dikilmişti. Kapının güzelliği karşısında heyecanlanıp anahtarı yere düşürdüm.
Gözlerim dolmuştu. En son kaç yıl önce kim bilir kimin kilitlediği kapıyı
incitmeden açtım. İşte, ailemin geçmişi karşımdaydı. Geçmişten kalan masa,
yatak, sandalye, kitaplık ve eskimiş kabarmış duvarlar beni görünce şaşırmış
mıydı acaba? Yıllar önce dedem ve anneannem bir kez İstanbul’a gelmiş ve biricik
evlerini ziyaret etmişlerdi. Evin kendilerine ait olduğunu avukatları
aracılığıyla tüm evrakları teslim ederek tekrar resmileştirmişler birkaç hafta
buralarda anılarını tazeleyip döndüklerinde geçmişte kalanları yâd edip benimle
bir antlaşma yapmışlardı. Onlar benim yazar olabilmem için gerekli maddi
desteği sağlayacaklar ben de ömrümün bir kısmını bu evde geçirecektim. Yıllar
sonra kitaplarım yayınlanmaya başlayıp önce dedem sonra da anneannem bu
dünyadan göç edince annem “Artık vakti geldi.” dedi ve aileme olan borcumu
ödemek için antlaşmaya uymaya gelmiştim.
Ceza bu tamamlar sonra da kapatırım bu bahsi diye düşündüğüm
İstanbul’un neşeli gündüzlerine, karamsar gecelerine, sarhoş gülüşmelerine, müptezel
isyanlarına, yağmuruna, kışına, her gün şekil değiştiren insanına alışmış üstelik
sevmiştim ve ait olduğum toprakların burası olduğunu anlamıştım. Aylar sonra
annemde yanıma gelmiş ve sürekli ertelediği dönüş biletlerini bir süre sonra tamamen
iptal edip, yanıma yerleşmişti. Ben kendimle mücadele içindeydim, bir şeyler
eksikti. Aradığım hikâyeyi bulamıyor, yazdıklarıma kendimi ikna edemiyordum.
Yayın evleri beğeniyor, insanlar ilginç buluyor ama ben, ah şu ben, içimdeki
çatışmalarda sürekli vuruluyordum. Annemse geziyor, alışveriş yapıyor, her gün
yeni yerler keşfediyor, yıllar kapağı açık kalmış kolonya misali uçup gitmişti.
Günlerin panik halinde koşarak uzaklaştığı garip zamanlarda
yaşamaya başlamıştık. Türk televizyonlarında insanlar ayrışabildikleri kadar
ayrıştıktan sonra kimsenin bu ayrışmaları ne düşünecek ne de uygulayacak vakti
kalmamıştı. Çünkü insanlık zor durumdaydı. Bir şeyler oluyordu. Her sabah başka
bir sürprize uyanıyorduk. On gün önce Rusya kaybolmuştu hem de halkıyla
birlikte sonra onları Çin, ABD, Kuzey Kore izlemişti. Dünyada hiç var olmamış
gibi yok olmuştular. Ülkelerin tüm yüzeyini kaplayan göz alıcı bir ışık
görülmüş, ışıkla birlikte ülkelerde kaybolmuştu. Gökyüzünde elips şeklinde çok
hızlı hareket eden devasa araçlar dolaşıyordu. Cama yakın durmaya korkuyordum
çünkü bir uzaylı tarafından yok edilme tehlikesi herkesin korkulu rüyası haline
gelmişti. Evlerinin etrafında uçan gemileri vuran insanlığa önlem olarak,
geceleri cama yaklaşan insanları küle dönüştüren uzaylılar vardı. İnsandan
geriye bir sigara dumanı kalıyordu. Uzaylılar ilk defa bizimle rüya
aracılığıyla iletişim kurmuşlardı. Uyumayanların ayakta gördüğü rüya onların
iletişim araçlarıydı. Galata manzaralı yazı masamda oturup olanları yazdığım
bir akşam, masamda gezinen kırmızı ışık kalbimin deli gibi çarpmasına neden
oldu. Oturduğum yerde donup kalmıştım, gözlerim ışığı takip ediyordu. Bir süre
sonra kaşlarımın ortasında hissettiğim ışığı duymaya başlamıştım. Bakmamı istediği
bir nokta vardı. Galata’ya doğru başımı kaldırdığımda uçan aracında bekleyen
bir uzaylı bana bakıyordu. Onu görür görmez korkudan titremeye başladım. Uzun
ince gri parmaklarını ağzına götürüp sus işareti yaptı ve sonra bileğine
taktığı cihaza dokundu ve “Ülke yok edilecek bu topraklardan artık
gitmelisiniz.” dedi. “Neden sadece ben?” diye sabaha kadar olayı
kişiselleştirmiştim ki tüm ülkeye dağdaki çobana, yayladaki köylüye, şehirdeki
zengine, bilimcisinden, cahiline herkese aynı mesaj gelmişti. Zenginler sabah ülkeyi terk etmeye başlamıştı
bile. Özel, tarifeli fark etmeksizin uçakların biri kalkıp biri iniyordu. Annem
“Bu sefer gitmeyeceğiz, burada kalacağız.” diyor, olanları anlamak istemiyordu.
Onu bırakıp gidemezdim ama belli ki burada da artık kalamazdık. Sürekli ne
yapacağımızı düşünürken gidenler gitmiş, kalanlar da ne yapacağını bilmez
şekilde boş boş sokaklarda dolaşıyor, yağma yapıyor, kavga ediyor, doğdukları
yüzyıla sövüyorlardı. Evden çıkamaz olmuştuk, annem çok yaşlanmıştı. Son
günlerde biten ilaçlarını alamadığım için iyice halsiz düşmüş, sabahlara kadar
inlemeye başlamıştı. Tansiyonu yükseliyor, şekeri düşüyor, ateşi basıyor,
gideceğiz korkusundan ruhu sızlıyor, canı hep acıyordu. Çevremde kalan, sayısı
onu geçmeyen insana ulaşmaya çalışıyor doktor arıyordum, doktor yoksa eczacı.
Çok garipti diğer ülkeler sıradan yaşamlarına devam ediyordu. Uzaylılar sadece
bizi tehdit ediyordu. “Gidin” ikazından bir süre ortadan kaybolmuşlardı. Ne
yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim? Çocukluğumun geçtiği
topraklar da yok edilmişti. Son olarak Çin’in yok edilmesinin ardından küçük bir
Rum diyarının kaybolması insanlığın dikkatini bile çekmemişti. Uzaylıları
çözmeye çalışıyorlar, iletişim yöntemleri geliştiriyorlardı ancak uzaylılar
dost canlısı değildi. Dünyanın çekirdeğindeki enerjiye ihtiyaçları olduğunu
söyledikleri kısa ve net bir bildiri yayınladıkları gün nihayet tüm insanlığı
ne yapacağını bilmez bir telaş sardı. Çok geçmeden ikinci bir bildiri geldi.
Bize verilen zaman dolmuştu ve yok edilecek ülkeler arasında birinci
sıradaydık. Rüyamda tüm insanlığın toplandığı bir salondaydık ve onlara neye
göre ilk sıraya yerleştiğimizi sordum. Mutsuz insanlar çoğunluğu sıralamasında
ilk sırada olduğumuzu şaşkınlıkla öğrendim. Biri “ABD de mi öyleydi?” dedi.
Rusya, Çin, Kore, ABD onları tehdit eden bir kimyasala sahip olduğu için ilk
önce yok edilmiş. Hem de hiç uyarılmadan. İçimizden biri “Milyonlarca insan
olarak gidecek bir yerimiz yok, biz oksijensiz yaşayamayız, sıkıştığımız bu
yerde ölüp gideceğiz.” dedi. Uzaylı cevap verdi. “İsterseniz biz taşırız sizi,
tabii bir şart var. Hiç canlı öldürmemiş olmak, bitki ve küçük böcekler de dâhil.”
Dünyada bu şartı sağlayan insan yoktu tabii. Sadece bebekler başka bir gezegene
taşınırken insanlar dünyanın son gününü beklemeye başladı. Bizi kabul
edebilecek başka bir gezegen yoktu. Dünyadan başka her yer bize yasaktı. Şimdi
Galata Kulesi’ne bakarak bu satırları yazıyorum ve yok edileceğimiz günü
bekliyorum.