18 Ocak 2024 Perşembe

BİTKİ VE KÜÇÜK BÖCEKLER DÂHİL

 

İşte tam her şeyi unutmuşken, burası ait olduğum yer demişken insan değil bu sefer başka bir canlı karşımda durup “Artık bu topraklar size ait değil, gitmelisiniz.” diyor.

Gri renkli, balon kafalı, korkunç bakışlı, vücudu saç ya da tüyden bihaber, bu garip yaratığa korkuyla bakıp “Evimizi terk edip nereye gideceğiz?” diyorum umursamazlığı karşısında kırmızı bir öfke tüm bedenimi yakıyor ama bunu da anladığını sanmıyorum. İnsanların dilini konuşmayı, bileğine taktığı ışıksı bir cihazla halleden varlık insani duyguları nasıl hissedebilir ki?

İstanbul’un, ünlü İstiklal’inde, manzarası Galata Kulesi olan bu apartman dedemin babasından anneme ondan da bana miras kalmıştı. Burada bir süre yaşamak ailemle yaptığım antlaşmada yerine getirilmesi zorunlu maddeydi. Annem evin adresini ve anahtarını elime tutuştururken çok heyecanlıydı. “Sen git bir yerleş, ben de gelirim.” dedikten sonra evin fotoğrafını çantama özenle koymuştu. Sanki evi görmeye gitmiyorum da onun ilk gençlik zamanlarına ışınlanıyordum. Onca hatıranın ortasında yaşama düşüncesi beni biraz sıkıyordu çünkü anlattığı anıların sonu hep acıya çıkıyordu. Güzel başlayan hatıraların bir yerinde susup kalırdı. Ben “Eee sonra ne oldu?” diye heyecanla sorduğumda da “Sonra kaçıp gittiler ya da bir sabah kapının önünde cesedini buldular.” şeklinde biten biber gazı tadında gözleri yakan anılardı bunlar.

Ertesi sabah uçağım İstanbul’a indiğinde boğazda açan erguvanlar, denizin berrak görünümü, güneşin taze ışıltısı, insanların umursamazlığıyla karşılaşmıştım. Sanki dünya “Hadi yeniden başlıyoruz” diyor gibiydi. Bir an evvel gidip evi göreyim ve annemi arayıp bu işin olmayacağını söyleyeyim istiyordum. Yol basitti, İstiklâl’i kime sorsam bilirdi ama değerini herkes anlayamazdı. Kaybetmek lazımdı ya da uğruna savaşmak neyse ki 21. asırdaydık ve hepsi geride kalmıştı. Otobüsün camına başımı yaslamış tüm bunları düşünürken köprüdeki trafiği geçtik, Beşiktaş’ta tarihle kavgaya tutuşmuş belediye eserleriyle karşılaştık. Tarihin sanatla dokunduğu binalara yollara, belediye beton ve asfaltla karşılık vermişti. Trafik tıkandıkça gerildim, çantamın en gizli köşesine sakladığım adresi ve fotoğrafı çıkarttım. Birilerine soracak olursam takılmadan söyleyeyim diye adresi ezberlemeye çalıştım, fotoğrafa iyice baktım. Apartmanın mermer süslemelerine, cumbasına, geniş pencerelerine, Galata’yla olan açısına baktıkça garip bir heyecan yükseldi içimde ve bir an evvel evde olmak istedim. Havabus Taksim’e geldiğinde, küçük pembe valizimi alıp aceleyle taksi aramaya başladım. Taksiler karşısında sanki görünmezdim. Elimi kaldırıyorum ama hiçbiri durmuyor, yanımdan geçip gidiyordu. Buraların bilmediğim bir taksi durdurma âdeti mi var acaba diye düşünürken bir taksi yanıma yaklaştı. “Abla yolculuk nereye?” diye sordu. Yabancı olduğumu belli etmemeye çalıştım ama tabii dilim sürçtü ”Galate Kulesi’’ne deyiverdim. Adam “Hımm Galata Kulesi, yakınmış” deyip yanımdan hızla ayrıldı. Sonra başka bir taksi geldi aynı soruyu sordu. Bu sefer hazırlıklıydım. “Galate, iki katını veririm” dedim. Taksici şüpheci gözlerle beni inceledikten sonra “Bizi tufaya getirmeye çalışan gazetecilerden değilsin di mi?” diye sordu. Ben ne dediğini anlamaz bir ifadeyle “Lütfen!” diyebildim. Adam yüzümdeki yakarışa ikna oldu. Bagajı açtı. Valizi bagaja attım ve şoföre açık adresi söyledim. Önce Harbiye, sonra birkaç ara sokak derken yolculuk çok sürmedi, ailemin özlem dolu geçmişinin tam önünde ani bir frenle taksiyi durdurdu. “Geldik, iki yüz elli TL” dedi. Yaptığımız anlaşmaya sadık kalarak sessizce parayı verdim ve açılan bagajdan valizimi alıp fotoğraftaki evin tam karşısında öylece donup kaldım. Bina bana bakıyordu, ben binaya. Dışardan aptalca görünüyordu çünkü herkes Galata’yı izlerken ben ona sırtımı dönmüş başka bir şeye bakıyordum. Girişteki demir kapının etrafını çevreleyen kir ve toz adeta çok uzun yıllardır kapalı olduğunu simgeler gibiydi. Önündeki mermer merdivene dinlenmek için oturan insanlara aldırış etmeden kapıya yaklaştım. Topuzuna dokundum. Cebimden anahtarı çıkartıp demir kapının kilidine soktum, işte açılmıştı. Kapıyı açacağıma inancı olmayan insanlar şaşkınlıkla oturdukları yerden kalktılar ve ben o ağır demir yığınını kendi çabamla iterek içeri girdim. Her yanı mermer kaplı geniş girişi geçip ahşap tırabzanlara dokuna dokuna aslan başı heykellerin bulunduğu ikinci kata çıktım. Bordo renkli, çiçek nakışlı ahşap kapı yıllardır beni beklemişçesine karşıma dikilmişti. Kapının güzelliği karşısında heyecanlanıp anahtarı yere düşürdüm. Gözlerim dolmuştu. En son kaç yıl önce kim bilir kimin kilitlediği kapıyı incitmeden açtım. İşte, ailemin geçmişi karşımdaydı. Geçmişten kalan masa, yatak, sandalye, kitaplık ve eskimiş kabarmış duvarlar beni görünce şaşırmış mıydı acaba? Yıllar önce dedem ve anneannem bir kez İstanbul’a gelmiş ve biricik evlerini ziyaret etmişlerdi. Evin kendilerine ait olduğunu avukatları aracılığıyla tüm evrakları teslim ederek tekrar resmileştirmişler birkaç hafta buralarda anılarını tazeleyip döndüklerinde geçmişte kalanları yâd edip benimle bir antlaşma yapmışlardı. Onlar benim yazar olabilmem için gerekli maddi desteği sağlayacaklar ben de ömrümün bir kısmını bu evde geçirecektim. Yıllar sonra kitaplarım yayınlanmaya başlayıp önce dedem sonra da anneannem bu dünyadan göç edince annem “Artık vakti geldi.” dedi ve aileme olan borcumu ödemek için antlaşmaya uymaya gelmiştim.

Ceza bu tamamlar sonra da kapatırım bu bahsi diye düşündüğüm İstanbul’un neşeli gündüzlerine, karamsar gecelerine, sarhoş gülüşmelerine, müptezel isyanlarına, yağmuruna, kışına, her gün şekil değiştiren insanına alışmış üstelik sevmiştim ve ait olduğum toprakların burası olduğunu anlamıştım. Aylar sonra annemde yanıma gelmiş ve sürekli ertelediği dönüş biletlerini bir süre sonra tamamen iptal edip, yanıma yerleşmişti. Ben kendimle mücadele içindeydim, bir şeyler eksikti. Aradığım hikâyeyi bulamıyor, yazdıklarıma kendimi ikna edemiyordum. Yayın evleri beğeniyor, insanlar ilginç buluyor ama ben, ah şu ben, içimdeki çatışmalarda sürekli vuruluyordum. Annemse geziyor, alışveriş yapıyor, her gün yeni yerler keşfediyor, yıllar kapağı açık kalmış kolonya misali uçup gitmişti.

Günlerin panik halinde koşarak uzaklaştığı garip zamanlarda yaşamaya başlamıştık. Türk televizyonlarında insanlar ayrışabildikleri kadar ayrıştıktan sonra kimsenin bu ayrışmaları ne düşünecek ne de uygulayacak vakti kalmamıştı. Çünkü insanlık zor durumdaydı. Bir şeyler oluyordu. Her sabah başka bir sürprize uyanıyorduk. On gün önce Rusya kaybolmuştu hem de halkıyla birlikte sonra onları Çin, ABD, Kuzey Kore izlemişti. Dünyada hiç var olmamış gibi yok olmuştular. Ülkelerin tüm yüzeyini kaplayan göz alıcı bir ışık görülmüş, ışıkla birlikte ülkelerde kaybolmuştu. Gökyüzünde elips şeklinde çok hızlı hareket eden devasa araçlar dolaşıyordu. Cama yakın durmaya korkuyordum çünkü bir uzaylı tarafından yok edilme tehlikesi herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Evlerinin etrafında uçan gemileri vuran insanlığa önlem olarak, geceleri cama yaklaşan insanları küle dönüştüren uzaylılar vardı. İnsandan geriye bir sigara dumanı kalıyordu. Uzaylılar ilk defa bizimle rüya aracılığıyla iletişim kurmuşlardı. Uyumayanların ayakta gördüğü rüya onların iletişim araçlarıydı. Galata manzaralı yazı masamda oturup olanları yazdığım bir akşam, masamda gezinen kırmızı ışık kalbimin deli gibi çarpmasına neden oldu. Oturduğum yerde donup kalmıştım, gözlerim ışığı takip ediyordu. Bir süre sonra kaşlarımın ortasında hissettiğim ışığı duymaya başlamıştım. Bakmamı istediği bir nokta vardı. Galata’ya doğru başımı kaldırdığımda uçan aracında bekleyen bir uzaylı bana bakıyordu. Onu görür görmez korkudan titremeye başladım. Uzun ince gri parmaklarını ağzına götürüp sus işareti yaptı ve sonra bileğine taktığı cihaza dokundu ve “Ülke yok edilecek bu topraklardan artık gitmelisiniz.” dedi. “Neden sadece ben?” diye sabaha kadar olayı kişiselleştirmiştim ki tüm ülkeye dağdaki çobana, yayladaki köylüye, şehirdeki zengine, bilimcisinden, cahiline herkese aynı mesaj gelmişti.  Zenginler sabah ülkeyi terk etmeye başlamıştı bile. Özel, tarifeli fark etmeksizin uçakların biri kalkıp biri iniyordu. Annem “Bu sefer gitmeyeceğiz, burada kalacağız.” diyor, olanları anlamak istemiyordu. Onu bırakıp gidemezdim ama belli ki burada da artık kalamazdık. Sürekli ne yapacağımızı düşünürken gidenler gitmiş, kalanlar da ne yapacağını bilmez şekilde boş boş sokaklarda dolaşıyor, yağma yapıyor, kavga ediyor, doğdukları yüzyıla sövüyorlardı. Evden çıkamaz olmuştuk, annem çok yaşlanmıştı. Son günlerde biten ilaçlarını alamadığım için iyice halsiz düşmüş, sabahlara kadar inlemeye başlamıştı. Tansiyonu yükseliyor, şekeri düşüyor, ateşi basıyor, gideceğiz korkusundan ruhu sızlıyor, canı hep acıyordu. Çevremde kalan, sayısı onu geçmeyen insana ulaşmaya çalışıyor doktor arıyordum, doktor yoksa eczacı. Çok garipti diğer ülkeler sıradan yaşamlarına devam ediyordu. Uzaylılar sadece bizi tehdit ediyordu. “Gidin” ikazından bir süre ortadan kaybolmuşlardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim? Çocukluğumun geçtiği topraklar da yok edilmişti. Son olarak Çin’in yok edilmesinin ardından küçük bir Rum diyarının kaybolması insanlığın dikkatini bile çekmemişti. Uzaylıları çözmeye çalışıyorlar, iletişim yöntemleri geliştiriyorlardı ancak uzaylılar dost canlısı değildi. Dünyanın çekirdeğindeki enerjiye ihtiyaçları olduğunu söyledikleri kısa ve net bir bildiri yayınladıkları gün nihayet tüm insanlığı ne yapacağını bilmez bir telaş sardı. Çok geçmeden ikinci bir bildiri geldi. Bize verilen zaman dolmuştu ve yok edilecek ülkeler arasında birinci sıradaydık. Rüyamda tüm insanlığın toplandığı bir salondaydık ve onlara neye göre ilk sıraya yerleştiğimizi sordum. Mutsuz insanlar çoğunluğu sıralamasında ilk sırada olduğumuzu şaşkınlıkla öğrendim. Biri “ABD de mi öyleydi?” dedi. Rusya, Çin, Kore, ABD onları tehdit eden bir kimyasala sahip olduğu için ilk önce yok edilmiş. Hem de hiç uyarılmadan. İçimizden biri “Milyonlarca insan olarak gidecek bir yerimiz yok, biz oksijensiz yaşayamayız, sıkıştığımız bu yerde ölüp gideceğiz.” dedi. Uzaylı cevap verdi. “İsterseniz biz taşırız sizi, tabii bir şart var. Hiç canlı öldürmemiş olmak, bitki ve küçük böcekler de dâhil.” Dünyada bu şartı sağlayan insan yoktu tabii. Sadece bebekler başka bir gezegene taşınırken insanlar dünyanın son gününü beklemeye başladı. Bizi kabul edebilecek başka bir gezegen yoktu. Dünyadan başka her yer bize yasaktı. Şimdi Galata Kulesi’ne bakarak bu satırları yazıyorum ve yok edileceğimiz günü bekliyorum.



1 Ağustos 2023 Salı

Hissettiğin “ Zaman”

 

<script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"
     crossorigin="anonymous"></script>

 

Güneş, koyu yeşil ormanın ardından en kızıl rengiyle battı. Gökyüzünde mavi ve pembe tonları arasında geçen ışığın dansı uzay boşluğuna doğru süzülerek, yarım kürede o gün yaşanan tüm duygularla beraber zamanın sahnesinden çekildi. Yeni bir gösteriye hazırlanan gökyüzünün alışılmış mucizesinde, ay ve yıldızlar tek tek sahnede belirirken insanlar da evlerine döndü. Gecenin sessizliğinde yapay ışıklarla aydınlanan pencerelere dışardan bakıldığında akrep ve yelkovan herkes için aynı sayı değerini işaret ediyordu. Evlerden birinde bir anne okuldan dönen çocuklarına yemek hazırlıyor, salonla birleşik olan mutfaktan bebeği ağlatan küçük kızına sesleniyordu. Saatin akşam sekiz olduğunu yuvasından fırlayarak saniyenin onda biri hızla çıkan guguk kuşu haber vermekteydi. Anneye göre akrep ve yelkovan yine koşturuyordu. Küçük kız büyüme sancıları çekiyor ve ona göre saatlerdir açtı. Hemen yan evde yaşayan genç kız çalışma masasında duran dağınık kâğıtlara bakıyor, son bir ayının altı ay kadar yoğun bir duyguda sürdüğünü düşünüyordu. Şimdi aldığı derin yaralarla baş başaydı. Sokağın karşısındaki bahçede adeta gölde süzülürken donup kalan ördek anne ve yavruları bir davete gider gibi ledlerle süslenmiştiler. Evin bahçeye bakan penceresinden içeriye süzülen zaman, iki ihtiyarın kendilerine ait berjerlerde hayatla olan mücadelelerini çoktan tamamlamış olmanın zevki içinde televizyon karşısında uyukladıklarını gördü. Onlar için “bugün” herhangi günden biriydi. Hastanede, odasında gece nöbetinin bitmesini iple çeken doktor sisteme düşen test sonuçlarını inceliyordu. Adını duyduğu anonsla yerinden fırlıyor, nefes alamayan hastasının yanına koşuyordu. Nefesi kesilen hastaya müdahale ediyor ve birkaç saniyeyle hastayı kurtarıyordu. O anın süresi hastanın zihninde sayılarla ifade edilirken doktor için sadece bir rakamdı. Sonsuzluğun içinde ilerleyen zamansa telaşsız ve sakindi. Belki de aynı filme sürekli şahitlik etmekten sıkılmıştı. Tüm bunlar bizim için sayılar ve formüllerle ifade edilip hesaplanırken, zamanın muhasebesi insanın kalp atışıyla ya da saatteki birkaç sayı ve rakam elbette değildi. Çok daha fazlasıydı. Nefes aldığımız her andı, anda yaşadığımız duygunun zihinde bıraktığı sevinç, acı, heyecan, gerilimdi… Hepsinin bir rengi, ölçüsü ve hissin göreceliği vardı. Maddesel varlığı formüllerle ifade edilen zaman duyusu içinde yaşadığımız bir olgu mu yoksa bizim sadece tanıklık edebilecek kadar hissedebildiğimiz, yanımızdan hızla geçip giden evren mekaniğinin bir parçası mı adlandıramıyoruz. Elinizde tuttuğunuz derginin, onsuz yapamadığınız telefonunuzun, ağzınıza attığınız atıştırmalığın, her yudumunda hayat bahşeden suyun ve dünyadaki her şeyin atomların birleşmesinden ibaret olduğu galakside belki de numaralandırılamayan, parayla ya da herhangi bir değerli taşla satın alınamayan, geri getirilemeyen en değerli şey ZAMAN. Onu sadece başkaları için kullanarak birilerine verebilirsiniz. Ancak siz olmadan, sizin zamanınız kimsenin işine yaramaz. Bu adeta parmak izi, retina gibi kişiye özel. Tam şu anda beklenen “zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz?” sorusuyla yargıçlık yapmayacağım ve hatta size zamanı yavaşlatmanın bir yönteminin bulunduğu müjdesini bile verebilirim. Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın dünya merkezinden uzaklaştıkça yavaşladığını keşfetmişler. Yani dağlarda zamanın daha yavaş aktığı kanıtlanmış. İnsanlar dağların tepesine evler yapmaya başlamış hatta öyle ki bazıları dağların tepesine kazıklar çakıp evlerini o kazıkların üzerine inşa etmiş.  

 

Zamanın görecelik kavramını savunan Einstein'a göre zaman üç boyutlu bir düzlem üzerinde ilerlemekte. Teoreme göre bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Yani bulunduğumuz yer ve mekânda cisimsel olarak algıladığımız süre duruma göre değişiklik gösterir. Eğer ışık hızına yakın bir hızda hareket edebilseydik zaman çok daha yavaş akardı. Ancak bunu biz fark edemezdik bizi dışardan gözlemleyenler fark edebilirdi. Işık hızında zamandaki hızımız sıfır olduğu için zaman bizim için dururdu. Einstein zamanın göreceliğini güzel bir kızla geçirilen bir dakikayla elinizi ateşe tuttuğunuzda geçirilen bir dakikayla açıklarken ünlü felsefecilerde zaman konusunu anlamaya çalışmıştır. Aristoteles, harekete bağlı bir zaman tanımı yapmıştır. Ona göre geçmiş ile gelecek zamanı bağlayan ve onlarla sınır oluşturan şimdiki an, zamanın sürekliliği ve bağlantısıdır.  Ünlü düşünür ve teolog Aurelius Augustinus, “zaman nedir?” sorusunu hiçbir şey geçmeseydi geçmiş olamazdı. Hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olamazdı. Hiçbir şey olmasaydı şimdi olamazdı diye ifade etmişti. Kimine göre saydam bir madde, kimine göre bir yarısı geçmişte kalmış yok olan diğeri henüz gerçekleşmemiş, olmayan madde, kimine göreyse bir devinim. Yani kendinize geçmişte bir düşüncenizi başlangıç noktası olarak belirlerseniz düşüncelerinizi farklı yıllarda sorgulayıp zamanın devinimine tanıklık edebilirsiniz.

 

Bense bütün bunları bir kenara bırakıp zamanla ilgili bambaşka şeyler düşünmek istiyorum.  Bir gece dünya kendi etrafında dönmeyi bıraksa zaman durup bekler mi? Görecelik kavramına göre herkes için farklı geçen zaman eşitlenir mi? En ‘mutlu’, ‘üzgün’, ‘heyecanlı’… Anlardan herhangi birinin içinde hapsolsaydık hâlâ aynı duyguyu hissetmeye devam eder miydik? Zaman dünyanın etrafında görünmez bir çember olabilir mi? Eğer müdahale edilebilseydi kozmik ana akımdan başka bir yan akıma uğrayan zamanda bir sabah herkese verilen rol değişseydi, bir önceki yaşamı hatırlamak mümkün olur muydu? Bu öylesi bir sarmal ki geçmiş geleceğin sebebiyken, gelecek şimdinin ellerinde ve bazen her şey bir yaprağın vaktinden önce yere düşmesiyle bile değişebiliyor. Yani milyonlarca gelecek ihtimalinden birini basit bir yaprak belirleyebiliyor ve insanoğlu bunu her şey bittiğinde dahi fark edemiyor.   Sahip olunamayan tek şey olduğu için mi, zaman bu kadar değerli. İnsanlar zamanı satın alabilseydi ve bu dünya yolculuğunu sonsuz kılsaydı nasıl olurdu hiç düşündünüz mü? Zamanı satın alan insan aynı anda birkaç farklı hayat mı yaşamak isterdi yoksa yaşadığı hayatı uzatmayı mı? Dünyadaki sayılı bilim insanına zamanı fonlamak için dünyada bir bağış sitesi kurulsaydı en çok kim mutlu olurdu? Bağış yapanlar mı? Bilim insanları mı? Tüm bu soruların odaklandığı bir nokta var. Dünyada zaman hepimiz için aynı akmıyor. Zaman; bize hissettiklerimiz kadar eşlik ediyor. Belki de herkesin kendine ait zamanı yalnızca kendi nefesi ve içinde bulunduğu duygu kadar... 



 Nimet Pilavcı

 

Kartal olmak isteyen ahtapot

   <script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"   crossorigin="anonymous"></script>

Kapı zili aralıksız çalıyor, evdeki sessizlik devam ediyordu. Herkes kendi halinde televizyon izliyordu. Televizyondaki kadın, sahte gözyaşlarıyla, ışığın yedide beşi bir hızda bir düşünceyle, ekrana taşıdığı dramın ne kadar reyting yapacağını hesaplıyordu. Bu evdeki en sabırsızlar liginde bir numaradaki yerimi koruyup “biri şu kapıyı açsın, her kimse gitmiyor işte” dedim. Birden sanki sesi ilk defa duyuyorlarmış gibi aile olarak en önemli kararlarımız otokrat düzende alınırken çalan zil eşliğinde demokratik bir oylamayla kapıyı küçük kardeşimin açmasına karar verildi. İçimden “çok zor di mi, kalkıp neden açmıyorsam” dedim. Sonra aynı aklım binlerce nedeni önüme sıralayıverdi. Hepsi çok haklı sebeplerdi. Ailecek saçma bir kendini kandırma yumağının her bir metresini birimiz sahiplenmiştik. Benim ki toplumsal nedenler, babamın ki psikolojik, annemin ki tamamen dinselken, kardeşim maalesef bu kategorilerden hiçbirine giremeyecek kadar sebepsizdi. Belki de yüzsüzdü ya da onun için hayatta sadece kendi önemliydi. Bencildi. Diğeri kadar. Kapıya gelen bir çiçekçiydi. Koridordan konuşmayı duyuyordum. Çiçekçi “ hokus pokus burada mı? Çiçeği var” dedi. Kardeşim “yok, o bi üst katta” deyip kapıyı kapattı ve söylenmeye başladı. “keşke benim diyip alsaydım, ne anlayacaklardı.” Annem “kimmiş o?” Babam “ne çiçeği?” bir an gözler bana bile çevrildi. Ben, biraz bana çiçek gelmemesine mahcup birazda çiçeğin bana gelmemiş olmasının verdiği ezikliği saklamaya çalışacak kadar aldırmaz, telefonla oynamaya devam ettim. Çiçek üst komşuya gelmişti. Annem üst komşuyu sevmezdi. Halıları balkondan çırptığı ve sürekli pervazları suyla yıkayıp camları mahvettiği için birkaç kez ciddi tartıştığı da olmuştu. Annem “kim gönderdiyse” babam “kim olacak ya oğlu ya kızı, millette evlat var” şeklinde konuşmalar devam edip giderken ben dayanamayıp odadan çıktım. Arkamdan “nereye?” ben “eve gidiyorum ya, gelirim gene” Dışarı çıktığımda çiçek açmış ağaçların kokusu etrafı sarmış, kuşlar mutlu cıvıltılarından belli, gökyüzü açık ve bulutsuz mavi (gökyüzü bulutsuzken hep eksik gelmiştir bana) arabama bindim. Eve mi gitsem yoksa öylesi gezsem mi diye düşünürken evin yoluna çoktan sapmıştım bile. Kafamın içinde sürekli bir tiyatronun oynadığı karışık gösterilere bilet tüketen sinapsislerimin coştuğu her şeyin hem çok anlamlı hem de anlamsız geldiği bir gün yaşamıştım. Hayat onlarlayken şınav çekmeye benziyordu. Hareket basit ama sürekli aynı hareketi yapmaya çalışmak bir süre sonra dayanılmaz bir acı vermeye başlıyor. Kaslar kuvvetine göre dayanıyor ve sonunda illa ki pes ediyordu. Ailemle aramdaki ilişkim tamda buydu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onnnnn… Olmuyor deyip bırakıyordum. Bırakıyordum çünkü bırakmasam iki taraf içinde acılı şeyler oluyordu. Bilirsiniz işte kalp kırıcı konuşmalar. Ertesi gün bir arkadaşımın telefonuyla uyandım. Çoktan öğlen olmuştu. Xsra “kıız uyanmadın mı?” ben “yaa napiim uyanıp ne güzel uyyorm işte” Xsra “ eee nası gidiyo hayat?” ben “ iyiiiii, aynı günü yaşıyorum sürekli” Xsra “he gene depresyon modun açık kalmış” ben “yok ya hayatın hormonlu zamanına mı denk geldim nedir?” Xsra “neyse sabah sabah kafa açma, baksana Tahausa’da çiçeklerde indirim var. Gitsek mi?” ben “diyosuun ne zaman peki” Xsra “şimdi uyandıysan, gel beni al” ben “ee iyi alayım bakim” Xsra “tamam bi saate gelir misin?” ben “hıhı”.  Yaklaşık 2 saat sonra Xsra’yla Tahaus’a gittik. Xsra “millete bak ot meraklıları” ben “bizde öyle” Xsra “yok bee anneler gününü ucuza getirem dedim” ben “mantıklııııı” Herkes gibi bizde orkide reyonunu gezdik. Baktık, inceledik, aldık, bıraktık. Renk seçtik geri vazgeçtik derken kiremitle mor karışımı renge sahip orkidelerden birkaç tane aldık. Arabanın arka koltuğuna orkideleri emniyet kemerlerini takıp özenle yerleştirdik. Xsra’yı eve bırakıp kendi evime geçtim. Orkideleri camın önüne koydum, harikaydılar. Sulasam mı? diye köklerini inceledim. Kararsız kaldım. Fotoğraflarını çekip anneme attım. Beğendi mi beğenmedi mi anlayamadım. Benim tarafımdan ona yapılan jestlere genelde sessiz kaldığı için hatta bana karşı doğduğumdan beri sessiz moda alınmış gibi davrandığından çok üstünde durmadım. Ne de olsa iyi şeyler yapınca şımarmayım diye övmeyen, sadece misafirlerin yanında “kızım” diyen bir kadın. Bunu anlamaya ve hatta çözmeye çalıştığım çok oldu ama bu düşüncelerin üzerimde yaptığı baskıyla agresifleşip genelde ona da bu yüzümü gösterip hep bana karşı neden soğuk ve ilgisiz olduğunu alttan alta ima eden sözleriyle karşılaştım. İçimden kendime acımayı bırakıp daha umursamaz olmaya başlayalı birkaç ay oldu. Aramızdaki ilişki için yeni kararım. Soracağını da sanmam. Çünkü bazen kendimi çok iyi saklarım. Tabii o kadar umurunda olmadığımı da düşündüğüm olmuştur.  Birkaç gün sonra annemi aradım. “çiçeğini getiriyorum evde misin?” dedim. Annem “yok şimdi et balığa gidiyoruz” ben “hımmm ne zaman getireyim” Annem “ben söylerim sana” bu cümle bile içimde küçük bir ışık yakmıştı. Aşırı hassas ve sevgiye muhtaç aç kalbim buna bile sevinmişti. Çiçeğin sahibine ulaşmasının belirsiz bir süre içermesi canımı sıktı. Zavallının paketini yırtmaya karar verdim. Onun paketinden çıkardığımda işten eve gelmiş ve pijamalarını giyip rahatlamış gibi hissettiğini düşündüm. Köklerini inceledim. Su ister misin? Diye sordum. Camın önüne diğerlerinin yanına koydum. Onları izlerken içimden kendime mutluluğu küçümseme dedim. Aslında o günlerde kendi kendime konuşma konusunda baya ilerlemiştim. Sese gerek yoktu. Bir ben vardı, birde “hasta ben”. Bazen “hasta ben” beni çok yoruyordu. Hayatımdaki tüm önemli kararları o veriyor, onun canı sıkılıyor, o depresyona giriyor, o saçma şeyler yapıyor, o birilerine laf ediyor, o işe gitmek istemiyor, o her şeyden nefret ediyordu. Bazen diğer ben’in tüm vakti onun yaptıklarını düzeltmeye çalışmakla geçiyordu. Mesela bazen iş yerinde ona gelen bir telefona bağırarak cevap veriyor, diğer ben kibarca telefonu onun elinden alıp işi toparlamaya çalışıyordu ya da işin en yoğun olduğu zamanlarda canı bahçeye çıkıp gezmek istiyor, çocuk parkına gidiyor salıncakta sallanıyor garip bakışlara aldırış etmiyordu. Keyfine düşkündü “hasta ben”. Diğer ben insanları seçmesi gerektiğini herkese güvenmemesi gerektiğini söylerken o bunu da sallamıyordu ama sonrasında kalbinin ne kadar acı çektiğini hatırlayıp insanlara karton varlıklarmış gibi davranıyordu. Karton insan deyip insanlara karşı  bir şey hissetmeyi, güvenmeyi ya da bir sorunu paylaşmayı bırakıyordu. Hatta bu yüzden diğer insanları bencilce kırıyordu. Hasta ben, asi bir at gibiydi. Çalışma hayatımda ya da sosyal çevremdeki insanlarda bu iki benli halime alışmış gibiydiler. Hasta ben bir gün iş yerinde kimsenin sevmediği bolca arkasından atıp tuttuğu müdürün gereksiz boş konuşmalarına sinirlenmiş ve adam kapının eşiğinden adımını dışarı atar atmaz kapıya çılgın bir uçan tekme savurmuştu. Odadaki diğer insanlar hem çok şaşırırken hem de içlerinden kendilerinin cesaret edemediği bir şeyi yapmamdan büyük zevk almışlardı. Hasta ben şişirilen egosuyla uçarken diğer ben ona sadece kızmıştı. Yine de hasta ben’in bu hesapsız davranışlarına karşın iş yerinde sevilmiş hatta insanların sırlarını anlattığı fikir danıştığı biri olup çıkmıştı. Bunların bir önemi var mıydı? Hasta ben için bir önemi yoktu. O keyfine bakarken diğer ben, onun bu yaptıklarına bir kılıf uydurmaya çalışıyordu. Hasta ben içimde büyüyordu. Diğer ben günler geçtikçe sessizliğe bürünmüş, hatta başını alıp gitmiş gibiydi. Meydan tamamen hasta ben’e kalmıştı, bazen isyan ediyor, bazen aşırı saçma mutlu oluyor deli tiz kahkahalarıyla kendi karanlığını dinsel bir temayla sergileyen kendini yargıç sanan aslında hiçbir bok olmayan insansıları rahatsız ediyordu. Hasta ben’in içinde bu türlere karşı derin bir nefret büyümeye başlamıştı. Yüzlerinde sürekli örnek seçilmiş insan olduklarının ifadesiyle binbir surat gezişleri ve insanların bunu gördükleri halde gerçek olmayana karşı duydukları saygı, hasta ben’i bazen çileden çıkartıyor, ağzına geleni söylüyor, açık açık küfrediyordu. Gerçek ben ortadan kaybolduğundan beri hasta ben meydan bana kaldı artık yeni düzen deyip iyice duygularına göre hatta canı nasıl istiyorsa öyle hareket etmeye başlamıştı. Telefon konuşmalarında milletin yüzüne kapatan, isteklerini daha baskın ve kararlı ifaden, annesini acımasızca içinde hissettiği gerçeklere göre kıra parçalaya duygularını zırlamadan anlatan taraf olmuştu. Sanki artık dik duruşumu sağlamlaştıran çelikten bükülmez bir iskeletim olmuştu. Hasta ben’i sevmeye başlamıştım. Kabullenmiştim. Bazen aklıma zor şeyler sokuyor ve bunu yapamayacağımı söylüyordu. Kulağıma sürekli gerçek duygularımı bastırdığımı, ailemin onayı için kaç yüzyıldır da böyle yaşamanın bana mutluluk verdiği kandırmacasına kendimi inandırdığımı söylüyordu. Aynaya her baktığımda ensemin arkasında belirip ahtapot görünümlü bir kartal olduğumu söyleyip duruyordu. Ahtapot değildim ama kartallar gibi de hiç değildim.  Bu hasta ben ne zaman hayatıma girmişti? Bir ses olarak doğduğu zamanları hatırlıyorum. Biriyle tanışmıştım, Ateşle. Ondan beri yavaş yavaş büyüyüp beni ele geçirdi. Ateşin peşinde bir ahtapottum. Bazen de ateş benim peşimdeydi. Aramızda bir cam vardı. Bana yaklaştığında ben haşlandığım için bir süre sonra onunla yapamaz hale geliyordum, onu delirtip kendimden uzaklaştırıyordum. Soğuduğumda tekrar bir şekilde onu buluyordum. Ateşe baktığımda kendimi bambaşka diyarlarda buluyordum. Ateş bana bir yerde annemi hatırlatıyordu. Annem beni hiç istediğim gibi sevmemişti. Ateş, anneme benziyordu beni sevebilirdi ama o da bir süre sonra beni yakıyordu. Her neyse Ateş’le tanıştıktan sonra hasta ben içimde her gün biraz daha sesini artırdı, kendini kabul ettirdi. Dünyanın sınırları olmadığını ama benim çok fazla sınırlarımın olduğunu kendimi ahtapot sandığımı ama benim kartal olduğumu söyledi. Yine bir gün aynaya bakarken, diğer beni unutmuşken, Ateş’le artık olamayacağımı tamamen anlamışken bana fısıldadı. “hadi çık şu akvaryumundan” dedi. Çıkmak için konforlu alan güvendiğim birileri olmalı dedim. Benimle alay etti. Önce annemle konuşmalıyım dedim. Hasta ben bunu ilginç bir şekilde mantıklı buldu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi. Hasta ben galiba ehlileşiyordu. Sustu ve ortadan kayboldu. Zihnimde kimse kalmamıştı. Duygularım ve kalp sızıları vardı. Tüm bunlar olurken deniz kıyısında karettakarettalara ayrılmış sakin bir plajda deniz dalgalarıyla uzun bir yürüyüş yaptım. Sesi uzaklaşan diğer ben’le vedalaştım ve anneme artık bir kartal olmak istediğimi anlatmaya karar verdim ama öncesinde kız kardeşime bahsettim. Eğer sana bu konuyla ilgili bir şey söylerse lütfen benim tarafımda ol dedim. Kız kardeşim her zamanki üstten ve alaycı tonuyla merak etme ama neden ahtapot olmak güzel değil mi? diye sordu. Öyle ama ben rüzgârı hissetmek istiyorum ve bunu sürekli düşünür oldum, içimdeki hissi susturamıyorum artık dedim. Kız kardeşim böyle şeyler hissetmiyor olmanın verdiği üstün mutluluğu yine ses tonuna yansıttı. “tamam, söylerse senin savunurum.” dedi. Bu kısa ruhsuz konuşma sonrası nedense onu da kendimi de yargıladım ama artık havaalanındaydım, verdiğim kararın sağladığı iç huzurla telefonumu tamamen kapattım ve uçak havalandı. Telefonu açtığımda cevapsız çağrılar ve annemden gelen üzücü mesajla gerçek dünyaya iniş yapmıştım. Yanına gidemedim, hasta ben beni terk etmişti. Yoktu ona ihtiyacım vardı ve kendimi deli gibi yargılamaya başlamıştım. İçimde fok balığına benzeyen çirkin bıyıklı bir balık belirmişti. Süreci yargıç olarak yöneteceğini ve benim zaten uçarı kaçarı olduğumdan haksız ve mahkemeyi kaybedeceğimi söyledi. Üzgündüm. Çünkü kendimi kartal olarak hayal etme cesaretini göstermiştim. Uçmak zordu. Yine de annemi görmek istedim. Çünkü Ateş uzun zamandır yoktu. Onu özlediğimde de annemi özlüyordum, şimdi her ikisinden de aynı anda kopmak bir ahtapot için susuz kalmaya benziyordu. Ateş şimdi ne alaka dedim. Kendi kendime ağladım su çok sıcaktı ve akvaryum kaynıyordu. Eve gittiğimde küçük umursamaz bir topluluğa benzeyen ancak düştüğünde “aaa bak işte demiştim düştü ileri görüşlülüğündeki babam ve erkek kardeşim, sinirli annemle birlikte vakit öldürmekteydi.” Erkek kardeşim neden doğum gününü kutlamadığımı sordu hemen. Herkes ekstra tripliydi. Babalar gününü kutlamadığım için babam, kartal olmak istediğim için annem, doğum günü içinde salak kardeşim kendi çaplarında onların varlığının benim dünyam için çok önemli olduğunu düşünmekteydi. Oysa ben ahtapottum kan rengimiz uyuşmuyordu. Annem asık yüzüyle beni vazgeçirmek için sessizce oturuyordu. Diğerleri de benden rahatsız mimikleriyle beni istenmeyen ilan etmişlerdi. Benim doğum günümü hiçbir zaman hatırlamayan aile fertlerine biraz isyan ettikten sonra sevgili anneme aldığım kolyeyi uzattım, oralı bile olmadı sonra kartal olmaktan vazgeçtim sadece şakaydı dedim. Bir süre sessizce youtube izlediği çok sıkıcı yemek programını birlikte izledik içimde biri uçurumun kenarındaydı. Hava karardı ve ben onları Caravaggio tablosu gibi geride bırakıp eve döndüm. Yolda kızacak kimse bulamadığım için Ateş’e sövdüm biraz. Onu sadece dünyaya getirip bunu başarı sayan ailesine de sövdüm. Eve geldiğimde hasta ben’den yine haber yoktu. Birden telefonum çaldı. Şaşkındım, çünkü arayan Ateşti. Kendi başına yanmanın onu mutlu etmediğini söyledi. Bir saat konuştuk. Sosyal medyada kartal olma eylemime dair bıraktığım izleri görmüştü. Kendinden dolayı olduğunu düşünmüştü. Haklıydı ama yüzde on yedi onunla ilgiliydi. Yüzde elli üç hasta ben. Kalan yüzde otuz zaten benim kendimdi. Telefonu kapattığımda kendimi daha cesur hissetmiştim. Kartal olmak güzeldi ama ben hala ahtapottum. İnsanlar beni ahtapot sanıyordu. Annem de öyle kalmaktan mutlu olacağıma inanmıştı. Günler öylece geçerken bir gün ayna karşısında kendimi izlerken hasta ben’in yeniden sesini duydum. Benimle alay etti. Aciz bir korkak, sevilmeye muhtaç ama asla annesinden tam puan alacak kadar sevilmeyen bir ezik olduğumu söyledi. Annemi aradım, sesi keyifliydi. Benim onun için fersah fersah geçmişte kaldığını varsaydığı isteğim aklına bile gelmiyordu, nasıl hissettiğim aslında hiç umurunda değildi. Onun kendi duyguları ve önemsedikleri vardı ve ben o listede 3. yedekteydim. Kartal olma isteği beni yiyip bitiriyordu ve bu sadece geceleri beni uykusuz bırakıyordu. Hasta ben aslında gerçek bendim ve artık kendini göstermek istiyordu. O sabah kartal olarak güne başlamaya karar verdim. Bu çok zordu. Uçmak zor bir eylemdi ve herkesin gözü üzerindeyken sudan çıkmak bambaşka bir deneyimdi. İçimdeki tüm seslere susmalarını söyledim. Sadece yaptım ve böylelikle kartal olma yolculuğum başladı. Annem uzun süre bana küstü mesafeli birlikteliğimize birkaç bin kilometre daha ekledi ama artır ben artık bir kartaldım ve o da zamanla bu gerçeği kabul edecekti. Hasta ben aslında gerçek bendi ve onun sesini yıllar önce kapatmışlardı çok sessiz kaldığım zaman onu duymaya başlamıştım…


Nimet Pilavcı

3 Haziran 2023 Cumartesi

 BEN DÜNYA'DA YENİYİM

Onlar bilmiyor, hiç kimsenin haberi yok. Bende şans eseri öğrendim ya da hayır şans eseri değil, çok sorduğum için kafalarını şişirdim galiba. Birden söyleyiverdiler. İlk duyduğumda donup kaldım. Basitliğin karmaşası sardı içimi. Suyun aniden eksi 20’leri görünce donup kaldığı gibi kalbim buzdan bir heykele dönüştü içimde. Gözlerim buğulu değil artık buzlu bakıyordu, gerçek olmayan gerçeğe. Oyun deyip basite aldıkları yaşamak düşü; bütün bunlar romantik söylemlerdi. Her şeyin bir gerçekliği vardı. Vardı da hangi otorite bunu yargılayabilirdi ki. Ya da herkesin umurunda olsa, tüm insanlık bilse ne değişirdi? Bazen gerçek gözümüzün tam önünde durur ve biz yanında geçip gideriz. Görmezden geliriz. İşte tamda böyle her şey. Son günlerde kendimi yalnız, umutsuz ve çok görmüş geçirmiş hissediyorum. Oysa henüz 30’ların başındayım ve neredeyse sıradan insanların çoktan yaşadığı şeyleri bile yaşamadım. Mesela çok sevilmedim. Mesela kimseye yurt olamadım, mesela çok ülkede görmedim ya da paraşütle bir yerlerden aşağı atlamadım, belki ciddiye de alınmadım. Herkes için kolay oluverdim bazen. Kolay affeden, kolay kabul eden, kolay seven, kolay üzülen, gönlü kolay alınan, kolay, kolay, kolay… Yaşamın bana hissettirdiği tek duygu, en iyi hissettirdiği üzülecek bir şey bulup onlara üzülmem oldu. Bu bazen çöp kenarında ateş yakıp kimin dünyasını nasıl alt üst ettiğini bilmeyen sığınmacılar olur, bazen şefkate muhtaç üzgün gözlerle etrafımda dolanan bir sokak köpeği, bazen sevgisine bir türlü inanmadığım sevgili, bazen cadde, sokak ya da bir tarla kenarında başı vurulur gibi kesilmiş bir ağaç. En çokta ağaçlara üzülüyorum. Onların sessiz iyilikler olduğunu düşünüyorum. Sessiz, mutluluk veren, gölgesinde şenlendiğim, rüzgârda şarkı söyleyen yapraklarını dinlediğim ağaçları neden keserler ki? Anlamıyorum. Onları yok eden birinin kalbi olabilir mi? Gerçekten neyi sever? Sevdiği her şeyi sorgularım. Neden melankoliksin? “Çünkü ağaçları kesiyorlar. O yüzden” diyemediğim için başımı önüme eğip yalancı bir gülümseme yapıştırıp suratıma “hayır”  derim hep. Yaşamak güzel şey. Nefes almaya muhtaçken, akciğerlerinle aran kötüyken ya da hayatın kıyısında tutunmaya çalışırken uçurumdan aşağı bakıp kara parçasının değerini anlamak gibi. Bıraksan kendini düşsen aşağı, ne olacak ki? Başka bir başlangıcın içinde bulacaksın kendini. Sen insansın. Ne kadar aşağılık anların olsa da. Sana neden böyle sonsuz bir ödül verilmiş, hiç düşündün mü? Düşünüyorum ama bulamıyorum ben. Sen bulursan bana da söyle. Buna ihtiyacım var bugünlerde. Birde herhangi bir yerde toprağa gömülmeye. Kapatın üzerimi ve gidin. Yok, olayım şuracıkta. Sancılı yaşam, umutsuz yaşam bu sonrasızlık bitsin. Ne olacaksa olsun. Çok yorgunum. Ben beceremiyorum çünkü. Hayatın olağan akışında insanların saçma mutluluklarına, sevinçlerine bakıyorum ve sesi olmayan sesli bir videoyu izler gibi yavan buluyorum. Oysa eskiden çok sevindiğim, kalbimin delicesi çarptığı zamanlar vardı. Acılar gerçekti, mutluluklarda öyle. Ben gerçektim. Şimdi bir gölgenin yansımasıyım. Yansıma diyorum o kadar açık griyim. Sessizce izliyorum. Numara yapıyor, hayatın akışına kapılıyormuş gibi basit dertleri takıyormuş gibi yapıyorum. Kimse anlamasın diye bazen iş yerinde birine sinirleniyorum, hoşuma gitmeyen bir şeylere isyan ediyorum ya da öylesine birileriyle sohbet edip planlar yapıyorum. Gerçekliğimi yitireli çok olmadı ama dikkat çekip bir hikâye çıkartmak güzel olur dersen 13 gün 2 saat 39 dakika olmuş. İçimden sadece gözyaşı dökmek geliyor. Geçmesini beklediğim yara iyileşmiyor adeta bambaşka bir yaratık büyüyor içimde. Her gün bir yeri beliriyor. Resim netleşiyor. Bu şey bana ne yapacak korkuyorum. Ruhumu hapsedip kendi ruhu mu yapacak? Başka bir dünyadan geliyor. İçimde büyüyor. Ben de büyüsün diye uğraşıyorum farkında olmadan. Son günlerde daha hızlı büyümeye başladı. Sadece şekil olarak mı değişik yoksa başka yetenekleri de var mı? Beni başka biri mi yapacak? Hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Fısıltı, fısıltı, fısıltı. Neyi çektiğime dair hiçbir fikrim yok.  Tek istediğim sıradan olmakmış. İsteyince olan şeyleri istemeyi nasıl isterim? Ben isteyemiyorum. Dilim söylese de içim titremiyor. Kendinden umudu kesmiş olmak böyle bir şey mi? İnsanların hepsi bu söylediklerimi yaşıyor mu? Hayatlarının herhangi bir döneminde? İstemek bile hadsizlik gibi geliyor bana. Toz taneciğinde yaşayan küçücük mikroskobik varlık neden umursansın ki? Neden umurunda olsun ki? O neyi bilirde ister? O, ne bilir ki? Ne zaman istemek mevzusunu açsam kendime bunları söylüyor. Sonra insanlara bakıyorum. Yaşamlarına, dünyayı tüketme şekillerine, söylediklerine, güldüklerine, konuştuklarına. Bir hata olmalı. Bir yerde bir hata olmalı. Nasıl beceriyorlar hiç yok olmayacak gibi mutlu olmayı? Ben nasıl farkındayım böylesi. Bu geçici bir hal mi? ya geçer bende onlar gibi olursam. Belki de onlar gibiyim. Yarın erken kalkmalıyım. Görüşmek istemediğim biriyle randevum var. Hayat ne tuhaf. Yani hayatın bizi gördüğü, duyduğu yok ama yine de bunu demek insanı hafifletiyor. Görüşmek istediğin, deliler gibi görmek istediğin insanı sonsuza kadar kaybedip görüşmek istemediğin başka insanlarla görüşmek zorunda olman. Devam edebilmek için buna ihtiyaç duymak. Kuruyemişin içinde sevdiğin yemişin çok çok çok az kalmış olması gibi. Anlamsızlığa bu kadar anlam yükleyen de anlamlı şeyleri anlamsızlaştırıp bir köşeye atan da benim. Ben, kimim? Düştüğü kuyudan çıkmaya çalışan kafasının içinde kendiyle kavga eden insanları sevmeyen ve en çokta kendine düşman olan kimine göre asi, kendine göre ucuz bir ruhum. Koşturan insanlar görüyorum, trafikte bir saniye öne geçmek için birbirine korna çalıp, kendilerinin olunca kutsal, önündeki arabadakinin olunca ana avrat küfredenler. Çocukken okuldan eve belediye otobüsüyle dönerdim. Sıkışık insan dolu, ter kokan, eylemsizlik hareketiyle birbirine çarpıp duran sessiz insanlara bakıp içimden onlara bağırırdım. “ilk hangimiz ölecek? Bilen var mı?” diye sorar tahmin etmeye çalışırdım. Sonra sıra bana gelirdi. Önce ben ölürsem derdim. Otobüsten inince karşıdan karşıya geçerken bacaklarım titrerdi. Ölüm korkusunu ilk bacaklarımda hissederdim. Ben hep mutsuzdum. Mutluluk nasıl bir şey aklıma yatmazdı. Mutsuzlukta etime sürten bir bıçak gibi değildi. Sakindi. İnce bir sızı olurdu içimde. Hep bir kaybetme korkusu. En çok annemi kaybetmekten korkardım. Eve koşarak giderdim. Ölmeden önce yetişeyim isterdim. Gittiğimde sağlıklı olduğunu görünce içimde çiçekler açardı. Annem anlamaz bana hep kızardı. Çocuksuluğum ona dokunurdu. Belki de asla büyümeyecek olmamın korkusu sarardı. Haklıydı. İçim hep çocuk kaldı. Büyümenin tatlı sancısı hiç sarmadı beni. Ergenlik, yetişkinlik dikkatimi çekmedi. Beni hep çocukça mutsuzlukların içinde çiçek açan küçük mutluluklar ilgilendirdi. Ben büyüdükçe çocukken uzanamadığım mutluluklara uzanabildikçe sevindim. Mutlu oldum. Kısa sürdüler, ama olsun. Böyle bir şeydi demek dedim. Sonra insanlara baktım. Sevinçleri gereksiz geldi. Ya da asla uzanamayacağım şeyler olup çıktıkları için kendi içimde küçümsedim. Evet, öyle yaptım. Bana uzak sevinçleri hep küçümsedim. Böylelikle bastırıp yok etmesi kolay oluyordu. Yazmaya da çocukken başlamıştım. Kendime masallar uydurmam gereken zamanlar oluyordu. Aklımın bir köşesinde oyunlara dalmak iyi geliyordu. Sonrasında da bırakamadım. Bir hastalık gibi içimden çıkıveriyordu. Yanımda hep küçük not defterleri taşımak zorundaydım. Aklıma sürekli olur olmaz yerlerde şiirler gelirdi. Yazmazsam sonsuza kadar kaybederdim onları. Sonra hani bir şarkı duyarsınız ama adı aklınıza gelmez, mırıldanmaya çalışırsınız bulamazsınız, takılıp kalırsınız ya. İşte öyle bir şey oluverirdi o mısralar bende. Yazmak kendimle dertleşmek gibiydi. Kendimi bana cevap vermeyen defterlere dökmek, yaralarımı iyileştirirdi. Zamanın benimle işi kalmazdı yazarken. Ne ben onu sorardım ne de o beni. Sadeleşmekti yazmak. Ruhunun bir yerlerde kendi müziğinde dans etmesiydi. İşte böyle bir zamanda başladı, evrene merakım da. Binlerce ışık yılı uzakta bir yerde yaşamak, bir sabah uyandığında Satürn’ü dünyada bulmak, ağaçlarında çorap yetişen tarlalar, kötü adamlardan kaçan kaktüs oğlanın bir fareye yem olması, bunlar hep rüyalarımın bana sunduğu hayran kalarak izlediğim bilinçaltı zırvalıklarımdı. Öyle sıkı sıkıya sarıldığım bir hayalim hiç olmadı. Olanlarda ne kadar gerçek oldu. İstediğim mi oldu, olana mı razı oldum. Düşünmek bile istemiyorum. Dünyadan vazgeçmiş olmayı diliyor bir tarafım, diğer tarafım sıradan insanlar gibi mutlu olmayı denemeye çalışıyor. Sonra hepsi içimde bir yorgunluğa dönüşüyor. Her şey yabancılaşıyor. Herkes çoktan başka bir gezegene taşınmışta ben burada unutulmuşum hissine kapılıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. Hep aynı yerdeyim sanki. Yokluğun ortasında yokum. Varlığın ortasında hiçim. Hiç olmak herkesin beceremeyeceği bir ayrıntı. Dünyada çok can yakıcı sorunlar varken benim sürekli “buram uff oldu” diye geziyor olmam ne büyük şımarıklık diyorum bazen. Kendimi öylesi küçümseyip ötekileştiriyorum ki. Sonra dünyayı düşünüyorum. Toz taneciğisin sevgili dünya, kendini beğenmiş insanlık diyorum. Biri bana neden değerli ve yaratılmaya layık görüldüğümüzü anlatmalı. Bak şu yüzden demeli. Bir sürü sebepten ya da. Bende ikna olmalıyım. “aa bak ne değerliyim” diye başım ve sırtım dik gezmeliyim. Sonra kim bilir değersiz bir şeyler yapıp daha da değerli olduğumu düşünmeliyim. Ben neyim? Bilimsel olarak bir açıklamam var. Etten ve kemikten yaratılmış, yok ortaya çıkarılmış biyolojik bir varlığım. Varım. O yüzden sonsuza kadar saçmalayabilirim. Bedelini ödedikçe tabii. Peki, ben bir çiçeğe dönüşebilir miyim? Ya da bir tost makinası olur mu benden? Atomlarım sürekli kendini yenileyen bu dünyada farklı şekilde buluşur mu? Saliselerden daha küçük birimler içinde. Kaybolabilir miyim? Sonsuza dek evrendeki kara deliklerde gezebilir miyim? Gezsem gördüklerime şaşırırım kesin. Ama şu an canım hiç gezmek istemiyor. Tek istediğim uyumak, uyumak, uyumak. Bilinçaltımda yenidünyalar, acayip heyecanlı olaylar keşfetmek. Sonrasında mutlu hissettiğim bir anda uyanmak. O gün tekrar gelecek mi? mutlu olduğum o gün. Uykumda mutluyum, mutlu uyandım dediğim o gün. Gelecek mi? bunun çaresi neden böylesi bir. Susmak. Burada susmak en iyisi. Ben iyi değilim. Okyanusun ortasında kendi kendime yaşadığım derin çaresizlikle bir sigara yakmak ve beynimin salgılayacağı “dur, iyisin” hissi yaratacak bir göz kırpışa muhtacım. Bazı insanlar görüyorum. Onları yeni doğmuş gözleri henüz açılmamış kedi yavrularına benzetiyorum. İnsanları seven var mı? Masum hayvanlar dışında. Bir kap yemek, başını okşayacak kadar sevgi, sıcak bir yatak için seven hayvanlar dışında? İnsanlar gerçekten insanları sever mi? yoksa onlar bir arada oldukları için mi seviyormuş taklidi yaparlar. Bir insan dünyada en fazla kaç can yakabilir. Kaç ölüme sebep olur. İçinde taşıdığı cevherleri kendi kendine nasıl bitirir? Onlardan biri de ben miyim? Tüm bunların bir cevabı vardır elbet. Bilen birini bulmalıyım. Ona sormalıyım. Çünkü bu sorular aniden donup kalan heykellere dönüşüyor zihnimde. Zihnim tam bir müze. Hayat bir zamanlar akmış, yaşanacaklar yaşanmışta kalıntıların taşınıp alarmlarla, mesafelerle saklandığı bir yer olmuş gibi. Beni anlayan var mı? Bu kuyuda sessizce kendimi mi delirteceğim. Kendimden kaçtıkça nefesim tükeniyor, soluksuz kalıyorum. Bazı dakikalar hiç geçmiyor. Aklımın en büyük hayal kırıklıklarını o dakikalarda yeniden tekrar tekrar yaşıyorum. Eylemler gibi duygularda domino etkisi yaratıyor diyorum. Beni mahveden bu garip duyguyla birlikte yaşamaya, anlaşmaya çalışıyorum. Bu kadar mutsuz olduğum için kim daha çok mutlu oluyorsa ben onu kıskanıyorum. Bıktım kendimden. Senden, dünyadan, hep bir cevap bekleyen insanlardan. Sabah erken kalkmaktan, işe gitmekten, selam vermekten, öğlen yemek yemekten, akşam servisle eve dönmekten. Diyet çorba gibi yaşamaktan. Uçup gitmek istiyorum. Kanatlarım olduğunu hayal ediyorum sonra bir kuşun yerden gökyüzüne nasıl özgürce kanatlandığına hayran hayran bakıyorum. Bazen kimsenin olmadığı ıssız yerlerde kuşları taklit ediyorum ama ben uçamıyorum. Gökyüzü çok uzak. Ben çok küçüğüm. İnsan bilmiyor ama çok acizler. Vazgeçtim dediği şeylerden kurtulamıyorlar.

 

BÖLÜM 2

Bu kadar uzun “ben”in ardından kim olduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Ben bozkırın ortasında yeşil ürpertici bir damarın içinde yüzyıllardır sürüklenen birçok şehir görmüş, birçok insanla bakmadığı yerde göz göze gelmiş bir taşım. Evet. Bir taş. Koyu yeşil rengimle yüzyıllardır sürüklendiğim nehrin içerisinde tüm sivri yanlarımın törpülendiği dikdörtgen ve üçgen yüzeyleri olan bir yüzeyi hafif dairesel bir taş. Aslında ben tek başıma da değilim. Benim gibi üç arkadaş daha var yanımda. Birinin rengi kehribar damarlı, biri açık yeşil düz bir yüzeyden oluşuyor, diğeri de işte o son parça. Sanki bizi aramaya gelmiş gibi gözleri yerdegezen kızın hafif kırmızı olmalı diye aradığı ve kuru nehirden uzaklaşırken gözüne takılan daha çok akik rengi bir kırmızı taş. Ben ona akik diyorum. Akik’in bir tarafı insan dişini andırırken diğer yüzeyinin hafif keskinliğine bakınca onun başka bir parçasının Kızılırmak’ta kaldığını anlıyorum. Sormadım kendisine ama biraz içe kapanık, öfkeli. Neye karşı bu öfkesi bilemiyorum. Biz; ben, kehribar, akik, yeşil hep bir aradayız. Çok şey gördük. Yüzyıllardır... Nelere tanıklık etmedik ki. Irmağın deli gibi aktığı, genç kızların çamaşır yıkadığı, yüzdüğü, banyo yaptığı, çobanların koyunlarını suladığı, savaşta askerlerin endişeyle atlarında karşıya geçtiği, bir gelinin atın huysuzlanmasıyla sularında can verdiği, barajla birlikte her geçen gün suyun azalan debisine, her daim balık tutan balıkçılara, bir gece yarısı karanlığı delen ışıkla içlerimizden bazılarını toplayıp götüren uzaylılara… sonra bu kız geldi. Ben galiba burada toz haline dönüşene insanlık yok olana kadar buradayım derken… Kız beni düşen bir parçasını yerden alır gibi alıp cebine atıverdi. Şaşkındım. Bir taşı ne yapacak olabilirdi ki? Bir taşı eline alınca neden bağrına basar gibi avucunun içinde sımsıkı tuttu ki? İlk defa kendimi merak ettim. Nasıl göründüğümü? Kızın canı acıyor gibi bir hali var. Sanki kimseye söyleyemediği ama her halinden belli olan bir can acısı. Yanındakilerden başka bir âlemde gibi. Yalnız kaldığında içinden bir şeyler söylüyor. Bizi avucunda sımsıkı tutup, bir şeyler diliyor gibi. Yüzyıllardır yaşadığım evimden uzaklaşıyorum. Bir arabaya bindik o bizi giysisinin cebine koydu ve fermuarı çekti. Güvende olduğumuz için içi rahat. Arada fermuarı açıp bizi avucuna alıyor. İçinden bir şeyler söylüyor. Fısıltıyla. Duyamıyoruz. Galiba söylediklerini yanındakilerin duymasından çekiniyor. Tüm dünyanın duymasından hatta. Karmakarışık içi. Hissedebiliyorum. Çok üzgün olduğunu ve bizimle teselli bulmaya çalıştığını anlıyorum. İnsanların yaşadığı ev denilen bir yere geliyoruz az sonra. İçeri girdiğinde yaşlı, kilolu bir kadına sevinçle bizi gösteriyor. Kadın bilge gözlerle kıza baktı. Yine mi taş topladın? Dedi. Bizleri eline aldı, baktı. Kızın gözündeki sevinci kuşkuyla süzdü. Taşları kıza geri verdi. Kız buruk bir neşeyle bizi tekrar giysisinin fermuarlı cebine attı. Onunla yalnız kaldığımızda anlayacağız herhalde bize niye bu sevgiyle baktığını, avucunda sımsıkı tutup içinden belli belirsiz ne geçirdiğini anlayamıyorum. Diğerleri de benim gibi. İçimizde sürekli neden burada olduğumuz konusunda tartışıyoruz.

Bölüm 3

Kız bugünlerde kafayı yemiş gibi bir deyim var insanların kullandığı aynen öyle davranıyor. Bizi biri sanıyor. Evet, dördümüz ona göre birini temsil ediyoruz. Gündüzleri hep avucunda, çalışırken masada, koltukta otururken yanında, gece yastığının altında bizimle uyuyor. Bazen uyanıyor, yastığının altında bizi arıyor. İçimizden birini bulamadığında ki bazen yastığın altından aşağılara doğru kaydığımız vakitler oluyor o zaman kalp çarpıntılarını uzaktan bile duyabiliyoruz. Tuhaf bir hapis hayatı yaşıyoruz. Konforlu. Bir taş olarak sıcak bir ev kimsenin umurunda olmaz belki ama bir insanın avucunun içinde olmak ilginç bir deneyim. Acı çeken, yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemeyen takıntılı bir kız bu. Adını daha yeni öğrenebildik. Geçenlerde bizi iş yerine götürdü. Masanın üzerine kahve kupasının yanına koydu. İşlerine daldı. Odaya kaba saba bir adam girdi. Herkese selam verdikten sonra kızın masasına yöneldi. “Ooo Mai’de gelmiş.” Dedi. Sonra bir hamlede akiki eline aldı. “ne güzelmiş rengi, kırmızı gibi”. Bizimkinin kalp atışlarını yine duymaya başladık. Adama sanki taşı alıp gidecekmiş gibi endişeli gözlerle bakmaya başladı. Hani başkasına bir şeyi önemsemiyor gibi yaptığınız ancak içten içe deli gibi önemsediğiniz satranç taktikleri vardır ya öyle bir ifadeyle “hı evet” dedi. Adam taşa baktı, bizimkine baktı. “gözünde deliliğin parıltısını gördü.” Sonra yavaşça Akik’i aramıza bıraktı. Bizimki derin bir nefes aldı. Çaktırmadan bizi toparlayıp cebine attı ve fermuarı çekti. Kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz kim olabilirdik ki?


Nimet Pilavcı

28 Mayıs 2022 Cumartesi

 

Mezarımı Derin Kazın


Bugün yine ölmüş birine yazıyorum. Unutmaya çalışmak sürekli, defalarca aynı şeyleri tekrarlamak. Gelişi bir şenlik, hiç bahar gelmeyen yerlere bir gün güneş doğar ya öyle oluyor hep. Gidişi karanlık. Her gidişinde bir tutam saç ağartıyor. Gözlerde saklanmayan bir acı bırakıp gidiyor. Bugün arabada giderken öylece sağ koltukta varlığını düşündüm, sonra radyoda bir şarkı yükseldi içimden sızan bu şeyi susturmayı başaramadım. Herkes her şeyi kolayca unutuverirken, geride bırakmayı kabul ederken, ben niye? Niye geçemiyorum senden. O hep sevdiğimiz loş ışıkta oturdum, yanımda olmamanı isterken deli gibi yanımda olmanı istiyorum. Ne bileyim kapı çalsa açsam sen olsan diyorum. Sımsıkı sarılsam da "dur" desen. Kimse bilmese. Hepsi geride kaldı. Yeni biriyle yeni güzellikler yaşamaya başlamış bile. Ben onun için artık herkesten de öte. Tehdit unsuru. Merak etme. Unuttum evini bile. Senin yaptığın gibi yapacağım. Biraz zaman alacak. Sana çok benzeyen biriyle tanıştım. En azından bu içimden sızan şey, adının geçtiği yerde, ki senin adın olmasa bile, takılmadan nefes alabileceğim. Belki sarılırım, belki onunla da film izlerim bilmiyorum. Şans vermeden anlayamazmışım. Senin yaptığın gibi yapacağım. Başka bir evrende en güzel halinle sen, sen ol. Bende yaşamıma devam edeyim. Arada omzuna başımı yasladığını hayal ediyorum, hissediyor musun? Sımsıkı sarıldığımı, boynundan öptüğümü, hemen heyecanlandığını... Gözlerine baktıklarında başkaları da aynı şeyleri görüyor mu acaba? Orada başka bir evren saklı. Uçup gitsen bu kadar mutlu olursun ya hani öyle bir yer orası. Ben ne zaman baksam kalbim önce titrerdi, sonrası farklı doğa olayları. Bazen sakin bir deniz kıyısı, bazen fırtınalı bir gece, bazen karanlık bir orman tuhaf kuş sesleri, bazen mutlu bir akşamüstü... En çok da ne yiyelim diye saatlerce yemek tarifi bakıp sonra marketten garip soslar aradığımız zamanları özlüyorum. Bazen bulamayıp tüm marketleri gezerdik. Bim tarafına hiç gitmiyorum, sen yokken hiç gitmedim. Gidemedim. Özlemekten ölüyorum. Gelsen biz ne saçmalıyoruz, ne yapıyoruz desen...? Neyse yeni bir ilişki, yepyeni bir çelişki... Sana mutluluklar, bana zor kararlar. Alışırım biliyorum kaç defa yaptım. Bu sefer dönüş yok. Zaten tüm dönüş kanallarını kendin de kapattın. 


Nimet Pilavcı

9 Şubat 2022 Çarşamba

Ji Dabulyu

 


Çok heyecanlıydım. 25 senedir bugünü bekliyordum. Onlar bir bilincim olduğunun farkında değiller, bildikleri tek şey özel olduğum. Uzaklara gitmek fikri herkeste olduğu gibi bende de vardı ama beni özel yapan bu fikrin, ben henüz ben dünyaya düşmeden önce ortaya çıkmasıydı. Yolculuk için hazırlanmaya başladığım ilk zamanları hatırlıyorum da her şey ne kadar zor ve sabır istiyordu. Küçük parçalara ayrılmam, analizler, başka maddelerle etkileşimler, istedikleri maddeye dönüşebilmem için yapılan onlarca işlem. Artık parlak, altın sarısı, çok ince aynadan bir bedene sahibim. Yeni bedenim çok estetik ama ben bazen eski çirkin bedenimi özlüyorum. Her neyse beni bir yana bırakalım.  Dünyanın birçok yerinden bilim insanı sadece benden kocaman bir göz yapmak için çalışıyordu. Bu çok zor bir işti. Üstelik beklentileri de epey büyüktü. Onlar için sürekli fotoğraflar çekmemi istiyorlardı. Yani fotoğraf derken anın değil tabii. Geçmişin fotoğrafını çekmemi… İşte, 1,5 milyon kilometre uzağa da aslında bunun için geldim. Dünyadakilere iyi haberler verip merak duygularını tatmin edebilmek için. Aslında basit bir iş. Dünya zamanıyla çeyrek asır, geldiğim yerin zamanıyla ise sadece birkaç saat önce buralardaydım zaten. Her şey bıraktığım gibi. Burası dünya için, zamanın ötesinde. Karanlıkta milyonlarca gök taşı, yıldız, gezegen, galaksinin yaratılıp kendi yaşam serüvenini tamamladığı bir yer. Geri dönüş yolculuğum çok uzun sürmedi ama yine de dünya zamanıyla bir aydan biraz daha fazla diyebiliriz. Beni rokete koyduklarında her ne kadar oraya geri dönmenin heyecanıyla esrime halinde olsam da aklımda tek bir şey vardı. Saatler önce uzayda savrulan üç göktaşı arkadaştık biz. Bir gün yine uzun süre seyir halinde olacağımız uzay yolu üzerinde sabitlenmiş sayılacak kadar yavaş bir hızda ilerlerken devasa bir göktaşı üçümüze birden çarptı. Onlar yer çekimi kuvvetli olan bir gezegene düşerken ben savrula savrula dünyaya kadar geldim. Toprağa düştüm. Tarla dedikleri, insanların kendi vücutlarına enerji sağladıkları yere. Çiftçi Zeki beni buldu. Ona farklı geldim. Bir taştan çok daha ağırdım. Beni önce yıkadı havluya sardı. Kuyumcuya götürdü. Kuyumcu beni uzun uzun inceledi. “bu göktaşıdır, çok para eder.” dedi. Çiftçi Zeki “değişik bir şey olduğunu biliyordum, eee ne yapmalı, kime alır ki bunu?” diye sorunca kuyumcunun üniversiteye giden kızını aradılar. “elimizde bir taş vardır, göklerden gelmiştir, ağırdır.” dedi kuyumcu. Kızı “baba emin misin? gerçekten göktaşıysa Nasa satın alır. Mail atalım” dedi. Kuyumcu “eminim tabi 25 senedir altın, değerli taşı alır satarız, o harçlıklar nerden geliyor sana?” dedi. Kız, derin bir nefes aldı. “tamam o zaman Nasa’ya yazsınlar” dedi. Çiftçi Zeki “masa nedir? Afet yardım masası gibi bir şey mi?” diye biraz kendi kendine biraz kuyumcuya söylendi. Kuyumcu “hele kızım masaya sen yaz bir hele, bak bu abinin çok borcu var sevaptır” dedi. Kız söylenerek telefonu kapattı. Ben günlerce çiftçinin başucunda kaldım. Gün boyu da nereye giderse beni de torbasında götürüyordu. Kahvehanede batak oynamayı, tarlada ekin sürmeyi, ineklere ve tavuklara sabahın erken saatinde yem atmayı, köpeği akşamları serbest bırakmayı ve daha bir sürü şey öğrendim. Yeni gezegenlerin oluşumunu izleyip, evrendeki patlamalara tanıklık edip kara deliklerden kaçarken birden bire kendimi çok garip bir yaşam biçimini izlerken buldum. Günlerim artık hep böyle geçecek zannederken Nasa, çiftçi Zeki amcayı aradı. Zeki amca beni alıp daha gelişmiş dedikleri bir yere götürdü. Buraya insanlar şehir diyorlardı. Beni tekrar incelediler ve bir göktaşı olduğumu söylediler. Çiftçi Zeki benden ayrılırken epeyce mutluydu. Benim 25 sene önceki geri dönüş yolculuğum böyle başladı. Şimdi tekrar uzaydayım. Adım James Webb. İnsanlar öyle diyor. Sinbi gezegenine doğru uzay yolundayım. Göktaşı arkadaşlarıma ‘yeni ben’ ile sürpriz yapacağım. En çok neye şaşıracaklar merak ediyorum. Onları yeniden göreceğim için çok heyecanlıyım. Belki dünyadakilerle işim bitince bende Sinbi’ye yerleşirim. Şimdilik benden bu kadar, hoşça kalın.


Nimet Pilavcı

23 Kasım 2021 Salı

- Evin hâlâ aynı yerde mi? 

- Şu bir camı mezara bakan ev mi? 

- Güzel, baktığında gözüne çarpan ilk mezar var ya işte ben artık oradayım.

- Öldüm ben. Öylesi bittim. Zerrelerim toprağa karıştı. Buharlaştım artık yokum.

Bulutların beyazlığı, gökyüzünün maviliği, cıvıl cıvıl öten kuşlar, renkli şeyler, leziz yemekler, hırslar, idealler hepsi geride kaldı. Bir dünya mesafe uzaklıkta başka bir ışık yılında. Devasa bir boşluğun sakinliği, yıkılan umutlar, hayal kırıklıkları, yenilgiler, sevilmemeler, iliklerime kadar hissettiğim acı. Gözlerine ilk baktığımda içime dolan o his doğruydu. Ölümüm onun elinden olmuştu. Kendimi, beni onca direnişime rağmen sürükleyerek götürdüğü ve ne zaman kurtulduğumu zannetsem salgıladığı tatlı kokularla hipnoz edip yeniden yakaladığı ve vicdansız tekmesiyle itiverdiği acı nehrinde buldum. Nehirde sıcaklık aniden eksi yüzlere iniyor bazen de kaynayan bir derede günlerce çabalıyorum. Tam kurtuldum derken ihanet balıkları etimden parçalar koparıyor, yaralarımı iyileştirmek için sürdüğüm yosunlar beni oradan başka bir yerde yaşayamayacağıma ikna eden bir koku salgılayıp zehirliyor. Kurtulmak için ne kadar çabalasam da düştüğüm acı nehrinde beni kimse görmüyor. Yanımdan geçip gidenlere kızmıyorum ama beni izleyip eğlenen anlamsız acımla alay edenler var. Yavaş yavaş ölürken her zerrem bunları hissetti. İşte ben şimdi pencerenden baktığın, sigaranı yakıp nefes aldığın nefes verdiğin o mezarlıkta yatan gözüne ilk takılan mezardayım. İdeallerin sevmeyişlerin, ideallerin yalanların, ideallerin karaktersizliklerin, ideallerin saygısızlıkların, ideallerin yok oluşun... 
Beni yıkarken aslında kendini yıktığını enkazın altında kaldığında fark edişin, başın sağ olsun, başım sağ olsun... Yokluğun temiz sayfa...
Nimet Pilavcı

31 Ekim 2021 Pazar

Eee var olmanın da bir faturası olmalı di mi?

 Dünyada doğup dünyaya alışamayan kaç insan var acaba? Aidiyet duygusunu hiçbir yerde bulamayan ya da bunu dile getirdiğinde psikolojik bir vaka olarak görülen bilmiyorum ama yüzbinlerce insan aramızda dünyalı gibi yaparak gezmeye, yaşamaya çalışmaya devam ediyor. Kendimden biliyorum ben öyle yapanlardanım. Meseleyi hiçliğe kadar götürdüğüm zamanlar oluyor. Hiç olmasaydım diyorum. Yoksun, bilincin yok, varlığın yok, canını sıkan bir şey yok, mutlu olmak yok, heyecan yok, güzel yemekler yok, sevmek yok, sevilmek yok... 

Eee var olmanın da bir faturası olmalı di mi? Sadece bununla kalsa iyi, dünyada olmak sürekli butonlara basıp yeni yollar açmak, her açılan yolda başka seçimlerle karşılaşmak sonra yeniden seçimler yapmak ve derken hayat yolunu tamamlamak gibi. Yorucu ve meşakkatli bir iş bu. Aslında sonuç olarak herkesin gideceği yere bakılırsa bir süre sonra mesela "ben dünyadan geçtikten" bir süre sonra bütün bunların hiçbir önemi de kalmıyor. İnsanlar geleceğe bir eser bırakmak için bu yüzden çocuk yapıyorlar sanırım. Geride bir şey kalmalı. Tabii o eser mimarlarının başarısına göre büyük ya da küçük bir etki yaratabilir. Belki de yaratmaz. O da aynı şekilde boşluktan aşağı düşüp yok olan diğer dünyalılar gibi yok olup gider. Lakin bir eser bırakabilecek potansiyel ve güçte olursa o zaman dokunduğu şeyler sonsuza kadar dünyanın matematiğini tekrar değiştirir. Tuhaf bir şekilde hepimiz birbirimize bağlıyız işte. Kimin ne yaptığının bir önemi de yok. Kurgu çok sağlam. Amerikan başkanı da olabilirsin, otomobil tamircisi de... Ünlü bir ressam ya da bir öğretmen, aşçı veya otobüs şoförü, keşfedilmemiş bir yazar, belki dünyada hiç kimsenin haberinin olmadığı resmi kayıtlarda dahi adı geçmeyen kimliksiz biri. İnsansın sonuçta. Buradasın. Ve burası dünya...

Tee çocukluğumdan beri yeni doğan bebeklerde kimsenin görmediği bir şeyi gördüğümü düşünürüm. Yeni doğan bebekler çok mutsuzdur. Yüzleri buruşuk ve kırmızıdır. Bunun amniyon sıvısıyla da ilgisi var ama başka bir şeyden bahsediyorum ben. İfadelerinde gözlerini açıp bakmaya bile tenezzül etmedikleri bir yere gelmiş olmanın hüznü var. Belki de yumurtaya koşup onlarcası arasından kazanıp geldikleri yerin daha anne karnında, suyun içindeyken bile tam bir karmaşalar diyarı olduğunu anlıyorlar. Doğduklarında yataklarının etrafı süslense de herkesin ilgi dolu bakışları ve seni hep seveceğiz diyen yüzleri onlara baksa da işlerin bir kaç sene sonrasında yavaş yavaş değişmeye başlayacağını anlamışlardır da o yüzdendir dokunmadan ağlama halleri. Yaşamın hep zor olduğu ve oyun ilerledikçe zorlaştığı ortada. Bilmiyorum doğduğun gezegeni suçlamak ne kadar haklı yapar seni, beni, onları ve tüm insanlığı. Marsta doğsan her şey farklı mı olacaktı? İçinizden bazıları doğduğun ülke değiştiğinde bile her şeyin başka olduğu yerler var diyor duyuyorum. Haklılar. Bahsettiğim mutluluğun bile bir süre sonra sessizleşmesi, tüm notalarını kaybetmesi ve kalbinin içindeki tüm odaların daralarak küçülmesi. Hepsinin aynı hole bağlanması... Sonuç olarak gelsen bin dert, gelmesen yokluk. Gelmiş olmanın da bir anlamı var tabii. Hadi bul bakalım nasıl yaparsan? Bulduğunda da sonuç değişmeyecek ama bulsan güzel olur. Yolculuğun başladı, iyi şanslar..

16 Temmuz 2021 Cuma

Bir İtiraf

 

Yokluğunun bilmem kaçıncı günü. Nisan sonu, mayıs, haziran ve işte temmuz...

Sana git derken ne bekliyordum ki? İstemiyorum artık seni derken istemediğim sen değildin aslında. Beni yakıp kavuran, ele geçiren ve böylesi acıtan bu duygudan kaçıyordum. Hayatımın dokusu haline gelen sevinçlerden, tutkudan ve acıdan. Söylediğin doğruydu bir bakıma acı bana zevk veriyordu. Sende bunu bana karşı kullanmayı seviyordun. Canımı acıtmak, gözümde solan o ışık, yüzümün düşmesi sana değerli hissettiriyordu. Her neyse! Artık yoksun. Bunu defalarca yaşadık ama bu sondu. Yani son derken bile canım yanmıyor düşün. Seni son kez gördüğümü bilmeden son kez görmüş olmak, o bile canımı yakmıyor. Haziranda öldün sen. Bir gece yarısı yokluğun tüm bedenimi sardı. Vazgeçmek, senden vazgeçmek çok zordu. Yanında uyuduğum o tatlı derin uykuyu da kaybettim. İçim yanarken, bedenim buz gibiydi. Titremeye başladım. Nefes alamıyordum, kendime sadece geçecek diyebildim. Bir süre yatakta öylece kaldım. Geçmesini bekledim. Bu acıyı da senide yine küçümsedim. Şimdi o doğramasına çıkıp aşağı sarktığımda bağırıp kızdığın pencereden aşağı sarkıyorum. Yer çok uzak. En azından kendimi bıraktığımda çarpıp parçalanacak kadar. Yer senin gibi. Bir kaç salise mutluluk, sonrası hep acı. Seninle mutlu olmayı başarmayı, diğerleri gibi olmayı çok istedim. Sanki kediler diyarında bir kaplanla yaşamaya çalışır gibiydim. Seni ehlileştirmek benim işimdi. Sanırım tuhaf bir şey oldu ve ben yabanileştim sen ehlileştin. Belki de hâlâ yabanisin. Kendimi seni düşünürken yakaladığım zamanlar sana değer veriyor oluşumdan dolayı olsa gerek kızıyorum, son zamanlarda sana çok fazla küfür ediyorum. Sana, gelmişine, geçmişine, kendime, içimde bu bitmek bilmeyen saçmalığa, bittikçe dolan, boşalırken bile ağlatan bu her ne boksa... Bu kadar büyülü değildin, seni büyülü ve ulaşılmaz yapan benim sana yüklediğim anlam. Kötüleştim ben ve inan bunun sadece ben farkındayım. Oysa 20'li yaşlarımda dünyada yaşanacak ne varsa yaşadım diyordum. Sen, eşik bekçisi gibi beni kolumdan tutup bambaşka bir yere götürdün. Şimdi kapının tam önündeyim. Değersiz varlığın, buharlaştı ve görevini tamamladın. Zor bir yerdeyim. Kaçıp gitmek istiyorum ama geldiğim yere dönemem. Yolda gördüklerimi istiyorum, seninle gördüklerimi... Seninle olduğu için mi o kadar güzeldi yoksa onlar zaten güzel şeyler miydi? Gözlerinde galaksileri gördüğümü söylemiş miydim? Başka gözlerde arıyorum şimdi. Ruhum fırtınalı denizler gibi. Bu gelgitler beni sarsıyor. Ve inan şu an yaşayamadığım, elimden alınmış olduğunu hissettiğim duyguların başkaları tarafından yaşanmasının benim için hiçbir anlamı yok. Masumiyeti öldürür gibi yok etmek istiyorum hepsini. Saçma bulduğun bu duyguların neden saçma olduğunu anlıyorum artık. Uzun, çok uzun süre uçuruma baktım ama bu tek taraflı değilmiş uçurumda bana bakıyormuş. Şimdi anlamsız bir küçümseme eşliğinde içim yanıyor. Umarım senin de yanar. Beni bu yolculuğa çıkarttığın için en az benim kadar mutsuz olmanı dileyeceğim.

Nimet Pilavcı

12 Haziran 2021 Cumartesi

Bir Delinin İç Sesi

 

Bir Delinin İç Sesi

Sevgili belediye bu mektubu kaleme alma sebebim; yazdığım dilekçelerin bir türlü size ulaşamaması. Ben bürokrasi işlerinde iyi değilim, eyvallahta sizde pek beni duymaya meraklı değilsiniz. Aslında ben sizi bir mekâna gittiğimde önce buyur eden sonra da göz göze gelmemek için bin dereden su getiren garsonlara benzetiyorum. Sizde muhakkak onlardan birkaç tanesiyle karşılaşmış olmalısınız. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz mahalle sakinlerinin bile farkında olmadığı ve benim birkaç kez çamur, beton ve tahta ile kapatmaya çalıştığım küçük bir çukur. Aslında asfaltı da denemek istedim ama maalesef asfaltı kaynatmak için feda edecek bir tencere bulamadım. Çukur tam olarak üst geçitten indikten sonra sağ tarafa ayrılan yolun üzerinde. Camiinin tam önünde. Arabayla ne zaman o yoldan geçsem içimde o ses yankılanıyor. Yol dar üstelik orada arabayı biraz sola kaydırıp çukuru ortalamakta kolay değil. Çukuru kapatmaya çalışmadan önce birkaç kez sürüş teknikleri dersi bile aldım. Tek istediğim o kocaman çukuru ortalayarak geçmekti. Hatta sürüş eğitmenimle defalarca çukurun üzerinden çukura girmeden geçmeyi başardım ama onsuzken başaramadım. Bende bir gece yarısı herkes uyurken bizim binanın bahçesine indim. Elimde kazma kürek gören komşular daha sonra anneme şikâyette bulunmuş. Senin kız iyice kafayı yedi demişler. Annemde ilaçlarını almıyor musun? diye günlerce beni sorguladı. Hayır, çukurla ne alakası varsa ilaçların. Hem hangi ilaçlardan bahsediyorlar tam olarak anlayamadım da.  Bahçeye elimde kazma kürek ve birde alt komşunun balkondan aşırdığım çamaşır kovasıyla indim. Geçen yaz parlak sarı renginden dolayı indirime giren yağmurluğum üzerimdeydi. Kapüşonunu başıma geçirdim ki kimse beni fark etmesin. Kazmayı toprağın bağrına salladım birkaç kez. Kazma sert bir şeye denk geldi. Taştır dedim. Sallamaya devam ettim. Ancak kazmanın sesi taşa değer gibi değildi. El fenerini açmak zorunda kaldım. Feneri açtım, nasıl bir taşsın sen dedim ki meğer taş değilmiş, apartmanın yöneticisi gençlik hatırlarını bir sandıkta bahçeye gömmüş. Sabah özür dileyip eşine teslim ettim. Bu arada birkaç fotoğrafa da bakmış bulundum. Bizim yöneticinin eşi eskiden ne esmermiş. Göz rengi bebekken değişir sanıyordum ama belli bi yaştan sonra değişenini de gördüm. Yöneticinin evinde benden sonra bir gürültü koptu, onun sebebini hala anlayamadım.  Neyse toprağı çamur kıvamına getirdim. Gittim çukura iyice yedire yedire sürdüm ve kapattım. Eve döndüm, o gece ilk defa rahatça uykuya daldım. Anladım ki benim uykusuzluğum nedeni de o geri zekâlı çukur! Sabah uyandım, duşumu aldım. Dişlerimi fırçaladım. Neşeliyim diye iştahımda geldi. Kahvaltı bile yaptım. Arabama bindim, çukuru görmek için yolumu değiştirdim. Normalde iş dönüşü o yolu kullanıyorum. Neyse birde ne göreyim. Dün gece benden sonra yağan yağmur çamuru almış götürmüş. Çukur bomboş. Şaşkınlık içinde büyük bir gürültüyle çukura düştüm. Evet, sevgili belediye ben o gün o çukura yine düştüm. Büyük bir kapana kısılmış gibi bile göre… Şaşkınlık içinde. Daha sert bir çözüm bulmayı kafaya koymuştum. İş yerinde tüm gün o çukurdan nasıl kurtulurum diye düşündüm, düşündüm, düşündüm. İşyerinde bizim çaycı Hasan abi var. Fikir ona ait. Saatlerce hareketsiz halde aynı noktaya bakmam dikkatini çekmiş. Oysa ben hareketsiz değilim, sadece düşündüğümü hayalimde uyguluyorum o kadar. Dedi ki çimento denedin mi? Ne kadar parlak bir fikir dedim. Hasan abiyi tam alnının ortasından öptüm. Çantamı aldım, çimento aramak için yola koyuldum. En sağlam çimentoyu nerden bulurum diye siri’ye sordum. Eskişehir için yola çıkılıyor dedi. Birkaç saatlik yol geceye çok var dedim. Yola koyuldum. Birkaç sapağı kaçırdığım için Sakarya’da önüme çıkan ilk inşaata girdim. El ayak çekilmiş havada kararmıştı. Çimentonun sıvısını bulamadım. Bir çuval aldım, harcı yakında bir yerde internetten bakıp yaparım dedim. Çuvalı attım arabaya saatler sürdü çukura yeniden ulaşmam. Havaya baktım, güneş yok ama ay yerindeydi. Camiinin tuvaletine indim. Tuvalet girişindeki dubaları alıp yolu kapattım. Paspas kovasına netten okuduğum tarife göre toz çimentoyu döktüm. Harcı paspas yardımıyla karıştırdım ve çukurun yanına götürdüm. Çukurla vedalaştım. Onu artık kafamdan atacağım için çok mutlu olduğumu bile söyledim ona. Çukur bana yine pis pis güldü. Benden ne istediğini anlamıyorum. Neyse ki üzerine bir kova çimentoyu boşaltınca yüzü ortadan kayboldu da bende rahat bi nefes aldım. Gece sessizce eve girdim. Herkes uyumuştu. Ayakkabılarım öylece çimentoydu. Çukurun o aptal suratı kaybolsun diye ayağımla iyice basıp çimentoyu yüzüne yedirmiştim. Onları bir poşete koyup sakladım. Çukurdan bana hatıra olsun istedim galiba… Ertesi gün o kadar mutlu uyandım ki. Çukur artık yoktu. Yatağımdan fırladım, perdeyi açtım. Yerler kupkuruydu. Yağmur da yoktu. Çukur bu sefer kesin donmuştu. Duşumu aldım, dişimi fırçaladım. Gergindim, midem bulanıyordu. Kahvaltı yapacak halde değildim. Yine yolumu uzatıp çukura bakmaya gittim. Birde ne göreyim. İki adam tam çukurun orada bir şeyler yapıyorlar. Yaklaşıp ne yaptıklarını sordum. “abla biz belediyeden geliyoruz. Dün gece birkaç evde kanalizasyon sorunu olmuş. Şu demiri kaldırıp bakıcaz da burası niye çimento onu anlamaya çalışıyoruz demesinler mi? Dediler. O gün yine tüm gün o çukuru düşündüm. Çukur kapanmalıydı. Madem çamur, çimento olmadı. Tahta deneyeyim dedim. Gece yeniden çukurun yanına gittim. Bu sefer elimde metreyle tabii. Güzelce enini çapını ölçtüm. Sabah mobilya toptancılarının olduğu semte gittim. Çukurun enini boyunu verdim. İstediğim sadece düz, sağlam bir tahtaydı. Marangozcular, tahtayı sehpa anladılar galiba. Ceviz mi olsun, yok kızılcık mı bu ara meşe çok satıyormuş. Neyse en sağlamı olsun deyince ceviz önerdiler. Marangoz işini bitirene kadar başında bekledim. İstediğim gibi olunca alıp çıktım. Ayak takmak istediler, istemedim. Memlekette herkes bir âlem. Geceyi beklemeye gerek yoktu. Tam çukurun önüne gelince dörtlüleri yaktım. Arabadan aşağı indim. Tahtayı kapatıp çukurla sonsuza dek vedalaşacaktım. Tahtayı kapattım. Arabayla bilerek üzerinden geçtim. Sonra arabayı birkaç adım ileri park edip yeniden çukurun başına döndüm birde ne göreyim. Çok sağlam dedikleri ceviz iki parça! En iyisi asfalt dedim. İnternetten yol çalışması olan semtleri araştırdım.  Başka bir semtteki yol çalışması duyurusunu gördüm, gidip biraz asfalt istesem belki verirler dedim. Bi koşu eve gittim. Tüm mutfağı aradım, taradım. Büyük bir tencere bulamadım. Bir tane demir döküm vardı. Onu da annem içine asfaltı dolduracağımı duyunca vermedi.

Baktım ki bu şekilde olmuyor. Dilekçe yazayım. Gelin siz kapatın istedim. Dilekçeyi ben size gönderdim, Ptt bana geri gönderdi. Çukur dairesi başkanlığına kim bakıyorsa pek bu işlerle ilgilenmiyor gibi hissediyorum. Twitterdan yazdım. Kimse oralı olmadı. Facebooktan başkanın resminin altına yorum olarak yazdım. Engellemişler beni. En sonunda instagramdan çukuru paylaşıp taglere belediye başkanını ekledim. Anlamsızca belediye tarafından mahkemeye verildim. Artık lütfen bu mektubumu dikkate alıp, şu çukuru kapatın. İçimdeki seste sussun! Ben o çukuru geçmeyi bir türlü başaramıyorum!



Nimet Pilavcı 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

Neden her şeyi youtubeda paylaştın? bu cümle tüm vloguma karşı beslediğim tüm duyguların bir anda küçülüp yok olmasına sebep oldu. Birkaç saniyeden fazla donup kaldığımın farkındaydım. O, karşımda kaşları ters yay gibi gerilmiş halde gözlerinde derin bir öfke ve çaresizlikle bana bakıyordu. Bir ara gözüm karşı tarafta duran aynaya kaydı. Şaşkın ve salakça donakalmıştım. Beynim savunmaya geç diye emir verirken, diğer taraftan birkaç söz edecek vakti geçtin, bu tartışmada haksız taraf sensin dedi. Bir taraftan annemi tüm âleme rezil mi ettim diye düşünürken diğer taraftan uzun zamandır hayalini kurduğum vlogum gerçek olmuştu. Tek sorun konu “Annemdi” diye düşündüm.  Ablam, sorumsuz davranışlarım hakkında söylenmeye devam ediyordu. Beynim bir kez daha telkinde bulundu. Mantıklı bir iki cümle kurmaya karar verdim. “Annem, Japon olup Japonya’ya gitti. Sen bana taktın.”  dedim.

Olaydan birkaç ay önce

Sabah herkes yine bir koşuşturmacayla evden çıkmıştı. Ben yine işe geç kalmıştım. Uyusam mı yoksa kalkıp monoton hayatımdan dünkünün aynısı bir gün daha yaşasam mı kararsız kalmıştım ama tabii ki uyandım.              

Sabahın o saatlerinde annemin izlediği sabah programında genelde İzmir Marşı çalar ve halkın bozulmuş yoğurda benzeyen milliyetçilik duygularından peynir çıkar mı minvalinde denemeler devam ederdi. Fakat o gün çok garip bir şekilde annem bir Japon kanalında “Oşiyamioyo” denilen bir yiyeceğin tarifini özenle tarif defterine yazıyordu. Şaşkındım, işe geç kalmış, pijamamı bile çıkarmamıştım.

“Anne, neyi not alıyorsun?” dedim. Annem garip garip yüzüme baktı. Eğilip deftere baktığımda ne olduğunu anlamadığım garip çizgiler vardı. Gözlerim kocaman açılmış, yüzümde yarı şaşkın yarı gülen bir ifadeyle, “Ohaaaa, Japonca mı biliyor musun?” dedim. Annem “oha” kelimesine inanılmaz kızar, genelde terliğini çıkarıp fırlatır ve mesafe ne kadar uzak olursa olsun vururdu. Hatta bir keresinde bana isabet etmeyen terlik kapının üzerinde asılı panoya gelmişti ve ben vuramadın işte diye sevinçle geri döndüğüm anda pano kafama inmişti. Annem bana garip garip bakmaya devam ettikten sonra konuşmaya başladı. Galiba yine “ohaaa” kelimesine kızıyordu. Fakat benim hiç anlamadığım bir dilde. Şaşkınlığım gittikçe artıyordu. “Anne, beni anlıyor musun?” diye yüksek sesle konuşmaya başladım. Beni anlıyordu, başını evet anlamında sallarken ağzından başka bir dilde “evet” çıkıyordu. Telefondaki aile whatsapp grubundan “Annem çok garip davranıyor “yazdım. Babam,  hemen cevap yazdı. “Evdeki en garip şey sensin, saç kurutma makinasını prizde unutma!” Ablam “dersteyim, sonra” Abim tabii ki baktı ama hiçbir şey yazmadı. Olayın ciddiyetini anlatabilmek için annemi videoya çekmeye karar verdim. Annem Japon kanalındaki bir şarkıya eşlik ediyordu. Annemi, televizyonu hatta elinde not aldığı yemek tarifi defterini hepsini videoya çektim. Bu herkesin apar topar eve gelmesini sağladı. Hatta izin almak için aynı videoyu patronuma gönderdim. Adam bana 1 hafta izin verdi.

Annemi hastaneye götürdük, kafa tomografisi çekildi. Sonra tüm kafasına bir jel sürüp bir ton kabloyu kafasına taktılar ve beyninin tamamını bilgisayardan incelediler. Ancak hiçbir sonuca ulaşamadılar. En son psikiyatra götürdük. Japonca bilen bir psikiyatr bulamadığımızdan, annemin niye böyle yeni bir lisana ihtiyaç duyduğunu tabii ki anlayamadık. Evde herkes yavaş yavaş annemin durumuna alışmaya başladı. Hatta babam, annemi anlayabilmek için telefonuna dil çeviren bir uygulama bile yükledi. Çevredeki insanlar annemin arkadaşları, komşular, akrabalar herkes garip şeyler söylese de annemdi işte.  Belki bir sabah yeniden eskisi gibi Türkçe konuşmaya başlardı. Abim, annemin dil problemi için bir çözüm bulmuştu aslında. Ona yeniden Türkçe öğretmek. Ancak kadın, Türkçe anlıyor fakat Japonca cevap verebiliyordu. Bu da çözümü sonsuz sorun döngüsünde yitirmemize sebep olmuştu.

Annem artık bize Japon kanalında öğrendiği yemeklerden yapıyor, burada yetişmeyecek çiçek tohumlarıyla uğraşıyor ve hatta sürekli yabancı sitelerden alış veriş yapıyor, gelen kargolara sanki Japonya’dan ahbapları gelmiş gibi seviniyordu. Son günlerde telefonda birileriyle mesajlaşıyordu ancak telefonun dilini Japoncaya çevirdiğinden hiçbir şey anlamıyorduk. Babam, arada konuştuğu kişilerin profil fotoğraflarına bakıyor. 40 – 50 yaşlarında Japon kadın diye rahatlıyordu. Nedense kimse annemin bu kadınları nerden tanıdığını merak etmiyordu. Annem adeta kabuk değiştirir gibi dil değiştirmişti. Yavaş yavaş dış görünüşü de değişiyordu. Saçını garip çubuklarla tutturuyor, eskisi gibi Karadeniz çayı ne yapıyor ne de içiyordu. Aldığı porselen demlikte acı bir şey yapıyor. Fincan gibi küçük bardaklara koyuyor onu içiyordu. Oldukça acı bir tadı olan çayı zevkle içişi beni hayrete düşürüyordu. Yemek olarak pirinç ve değişik otlarla sarıp sarmaladığı balıkların üzerine döktüğü acı soslar artık evde Türk mutfağı kültürüne son nefesini verdirtmişti. Ablam kederle annemin çiğ balıklarını kızartıyor, bu arada annemde kendi dilinde buna karşı çıkıyordu. Ne zaman annemin Japon’a dönüşmesine alıştığımızı düşünmeye başlasam, daha garip bir şeyler yapıp hepimizi şaşırtıyordu.

Bir gece aniden kapının zili çalmaya başladı. Annem koşarak kapıyı açtı. Biz şaşkınlıkla annemin arkasında olanları izliyorduk. İki tane Japon kadın bir tane Japon amca üç tane büyük valizle karşımızdaydı. Annem kadınlara hasretle sarıldı. Ardından adamla sarıldılar. Birbirlerine belli ki hasret dolu cümleler kuruyorlar, gözleri sevinçten ağlamaklı halde konuşuyorlardı. Nihayet annem bize döndü ve kendi dilinde bizi onlarla tanıştırdı. En son babam onlarla tanıştı, ancak onu hiç bu kadar kızgın görmemiştim. Ertesi günler annem misafirlerini özenle ağırlıyor, garip yemekler yapıyorlar, Japon adetlerine uygun evdeki mobilyaların yerini değiştiriyorlar; hatta sabah güneşin doğuşunu balkonda selamlıyorlardı. Bizde evimizi sanki yabancı kafilesine teslim etmiş gibi kalakalmıştık. Ablama ve abime artık bir şeyler yapalım bu ne zamana kadar böyle devam edecek diyordum ama abim fikirlerime karşı çıkıyordu. Ablam ise duruma daha sakin bakıyor ve her şeyin düzeleceğini düşünüyordu.

Ben de kendi yöntemlerimle annemin durumuna el atmaya karar verdim, geç bile kalmıştım. “Annem Japon oldu.” adında bir youtube kanalı açtım ve annemin başından geçen tüm hikâyeyi internet âleminde paylaşmaya başladım. İlk haftalar pek fark edilmeyen kanalımın abone sayısı her geçen gün artmaya başladı. Tüm sosyal medya benim annemi konuşuyordu. Japon arkadaşlarından birisi kanalımdaki videoları anneme gösterdi ve annem ilk defa “Türk annesi” gibi tepki verdi. Terliğini kafama fırlattı.  Annemin videoları 20 milyondan aşağı izlenmediği gibi artık telefonlarım susmuyor, tartışma programlarında tüm tekerleri patlaya, uçurumdan aşağı giden Türkiye değil de annem konuşuluyordu. Uzmanlar kendilerine göre birçok yorumda bulunuyor, herkes ortaya başka bir şey atıyordu. Tüm bunlar yaşanırken babam beni de evlatlıktan reddedip, evi terk etmişti. Abim kanalımı kapatmam için baskı yapsa da videolar artık her yerdeydi.  Annemin durumu Japon devletinin ilgisini çekmiş ve annemi ülkelerine davet etmişlerdi. Bir türlü tanıyamadığımız Japon akrabalarıyla birlikte Annem, Japonya yollarına düşmüştü. Abimde onu yalnız bırakmamak için onunla beraber uçak korkusuna aldırmadan Japonya’ya gitmeye karar vermişti. Ablam ve ben havaalanına kadar onları yolcu etmiştik. Ben tabii ki annemin her anını videoya çekmeye devam etmiştim. Eve geldiğimizde ben yeni videoları yetiştirme derdindeyken, ablamda evi toplarken bir an göz göze geldik ve bana bağırmaya başladı. Aramızda geçen tartışmadan sonra ablam birkaç eşyasını alıp, evden ayrıldı. Koca evde yapayalnız kaldığım yetmez gibi artık kanalıma ne çekip koyacaktım onu da bilmiyordum. Bende bir bilet alıp Japonya’ya gitmeye karar verdim. Zaten annemin orada neler yapacağını da acayip merak ediyordum. Ailemi düşündüm, bir gün çok zengin olup gönüllerini alırım diyerek Japonya yollarına düştüm.  Hayat artık bana macera ve heyecan dolu gelmeye başlamıştı.

                                                                                                                                                                  Nimet Pilavcı