1 Ağustos 2023 Salı

Hissettiğin “ Zaman”

 

<script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"
     crossorigin="anonymous"></script>

 

Güneş, koyu yeşil ormanın ardından en kızıl rengiyle battı. Gökyüzünde mavi ve pembe tonları arasında geçen ışığın dansı uzay boşluğuna doğru süzülerek, yarım kürede o gün yaşanan tüm duygularla beraber zamanın sahnesinden çekildi. Yeni bir gösteriye hazırlanan gökyüzünün alışılmış mucizesinde, ay ve yıldızlar tek tek sahnede belirirken insanlar da evlerine döndü. Gecenin sessizliğinde yapay ışıklarla aydınlanan pencerelere dışardan bakıldığında akrep ve yelkovan herkes için aynı sayı değerini işaret ediyordu. Evlerden birinde bir anne okuldan dönen çocuklarına yemek hazırlıyor, salonla birleşik olan mutfaktan bebeği ağlatan küçük kızına sesleniyordu. Saatin akşam sekiz olduğunu yuvasından fırlayarak saniyenin onda biri hızla çıkan guguk kuşu haber vermekteydi. Anneye göre akrep ve yelkovan yine koşturuyordu. Küçük kız büyüme sancıları çekiyor ve ona göre saatlerdir açtı. Hemen yan evde yaşayan genç kız çalışma masasında duran dağınık kâğıtlara bakıyor, son bir ayının altı ay kadar yoğun bir duyguda sürdüğünü düşünüyordu. Şimdi aldığı derin yaralarla baş başaydı. Sokağın karşısındaki bahçede adeta gölde süzülürken donup kalan ördek anne ve yavruları bir davete gider gibi ledlerle süslenmiştiler. Evin bahçeye bakan penceresinden içeriye süzülen zaman, iki ihtiyarın kendilerine ait berjerlerde hayatla olan mücadelelerini çoktan tamamlamış olmanın zevki içinde televizyon karşısında uyukladıklarını gördü. Onlar için “bugün” herhangi günden biriydi. Hastanede, odasında gece nöbetinin bitmesini iple çeken doktor sisteme düşen test sonuçlarını inceliyordu. Adını duyduğu anonsla yerinden fırlıyor, nefes alamayan hastasının yanına koşuyordu. Nefesi kesilen hastaya müdahale ediyor ve birkaç saniyeyle hastayı kurtarıyordu. O anın süresi hastanın zihninde sayılarla ifade edilirken doktor için sadece bir rakamdı. Sonsuzluğun içinde ilerleyen zamansa telaşsız ve sakindi. Belki de aynı filme sürekli şahitlik etmekten sıkılmıştı. Tüm bunlar bizim için sayılar ve formüllerle ifade edilip hesaplanırken, zamanın muhasebesi insanın kalp atışıyla ya da saatteki birkaç sayı ve rakam elbette değildi. Çok daha fazlasıydı. Nefes aldığımız her andı, anda yaşadığımız duygunun zihinde bıraktığı sevinç, acı, heyecan, gerilimdi… Hepsinin bir rengi, ölçüsü ve hissin göreceliği vardı. Maddesel varlığı formüllerle ifade edilen zaman duyusu içinde yaşadığımız bir olgu mu yoksa bizim sadece tanıklık edebilecek kadar hissedebildiğimiz, yanımızdan hızla geçip giden evren mekaniğinin bir parçası mı adlandıramıyoruz. Elinizde tuttuğunuz derginin, onsuz yapamadığınız telefonunuzun, ağzınıza attığınız atıştırmalığın, her yudumunda hayat bahşeden suyun ve dünyadaki her şeyin atomların birleşmesinden ibaret olduğu galakside belki de numaralandırılamayan, parayla ya da herhangi bir değerli taşla satın alınamayan, geri getirilemeyen en değerli şey ZAMAN. Onu sadece başkaları için kullanarak birilerine verebilirsiniz. Ancak siz olmadan, sizin zamanınız kimsenin işine yaramaz. Bu adeta parmak izi, retina gibi kişiye özel. Tam şu anda beklenen “zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz?” sorusuyla yargıçlık yapmayacağım ve hatta size zamanı yavaşlatmanın bir yönteminin bulunduğu müjdesini bile verebilirim. Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın dünya merkezinden uzaklaştıkça yavaşladığını keşfetmişler. Yani dağlarda zamanın daha yavaş aktığı kanıtlanmış. İnsanlar dağların tepesine evler yapmaya başlamış hatta öyle ki bazıları dağların tepesine kazıklar çakıp evlerini o kazıkların üzerine inşa etmiş.  

 

Zamanın görecelik kavramını savunan Einstein'a göre zaman üç boyutlu bir düzlem üzerinde ilerlemekte. Teoreme göre bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Yani bulunduğumuz yer ve mekânda cisimsel olarak algıladığımız süre duruma göre değişiklik gösterir. Eğer ışık hızına yakın bir hızda hareket edebilseydik zaman çok daha yavaş akardı. Ancak bunu biz fark edemezdik bizi dışardan gözlemleyenler fark edebilirdi. Işık hızında zamandaki hızımız sıfır olduğu için zaman bizim için dururdu. Einstein zamanın göreceliğini güzel bir kızla geçirilen bir dakikayla elinizi ateşe tuttuğunuzda geçirilen bir dakikayla açıklarken ünlü felsefecilerde zaman konusunu anlamaya çalışmıştır. Aristoteles, harekete bağlı bir zaman tanımı yapmıştır. Ona göre geçmiş ile gelecek zamanı bağlayan ve onlarla sınır oluşturan şimdiki an, zamanın sürekliliği ve bağlantısıdır.  Ünlü düşünür ve teolog Aurelius Augustinus, “zaman nedir?” sorusunu hiçbir şey geçmeseydi geçmiş olamazdı. Hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olamazdı. Hiçbir şey olmasaydı şimdi olamazdı diye ifade etmişti. Kimine göre saydam bir madde, kimine göre bir yarısı geçmişte kalmış yok olan diğeri henüz gerçekleşmemiş, olmayan madde, kimine göreyse bir devinim. Yani kendinize geçmişte bir düşüncenizi başlangıç noktası olarak belirlerseniz düşüncelerinizi farklı yıllarda sorgulayıp zamanın devinimine tanıklık edebilirsiniz.

 

Bense bütün bunları bir kenara bırakıp zamanla ilgili bambaşka şeyler düşünmek istiyorum.  Bir gece dünya kendi etrafında dönmeyi bıraksa zaman durup bekler mi? Görecelik kavramına göre herkes için farklı geçen zaman eşitlenir mi? En ‘mutlu’, ‘üzgün’, ‘heyecanlı’… Anlardan herhangi birinin içinde hapsolsaydık hâlâ aynı duyguyu hissetmeye devam eder miydik? Zaman dünyanın etrafında görünmez bir çember olabilir mi? Eğer müdahale edilebilseydi kozmik ana akımdan başka bir yan akıma uğrayan zamanda bir sabah herkese verilen rol değişseydi, bir önceki yaşamı hatırlamak mümkün olur muydu? Bu öylesi bir sarmal ki geçmiş geleceğin sebebiyken, gelecek şimdinin ellerinde ve bazen her şey bir yaprağın vaktinden önce yere düşmesiyle bile değişebiliyor. Yani milyonlarca gelecek ihtimalinden birini basit bir yaprak belirleyebiliyor ve insanoğlu bunu her şey bittiğinde dahi fark edemiyor.   Sahip olunamayan tek şey olduğu için mi, zaman bu kadar değerli. İnsanlar zamanı satın alabilseydi ve bu dünya yolculuğunu sonsuz kılsaydı nasıl olurdu hiç düşündünüz mü? Zamanı satın alan insan aynı anda birkaç farklı hayat mı yaşamak isterdi yoksa yaşadığı hayatı uzatmayı mı? Dünyadaki sayılı bilim insanına zamanı fonlamak için dünyada bir bağış sitesi kurulsaydı en çok kim mutlu olurdu? Bağış yapanlar mı? Bilim insanları mı? Tüm bu soruların odaklandığı bir nokta var. Dünyada zaman hepimiz için aynı akmıyor. Zaman; bize hissettiklerimiz kadar eşlik ediyor. Belki de herkesin kendine ait zamanı yalnızca kendi nefesi ve içinde bulunduğu duygu kadar... 



 Nimet Pilavcı

 

Kartal olmak isteyen ahtapot

   <script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"   crossorigin="anonymous"></script>

Kapı zili aralıksız çalıyor, evdeki sessizlik devam ediyordu. Herkes kendi halinde televizyon izliyordu. Televizyondaki kadın, sahte gözyaşlarıyla, ışığın yedide beşi bir hızda bir düşünceyle, ekrana taşıdığı dramın ne kadar reyting yapacağını hesaplıyordu. Bu evdeki en sabırsızlar liginde bir numaradaki yerimi koruyup “biri şu kapıyı açsın, her kimse gitmiyor işte” dedim. Birden sanki sesi ilk defa duyuyorlarmış gibi aile olarak en önemli kararlarımız otokrat düzende alınırken çalan zil eşliğinde demokratik bir oylamayla kapıyı küçük kardeşimin açmasına karar verildi. İçimden “çok zor di mi, kalkıp neden açmıyorsam” dedim. Sonra aynı aklım binlerce nedeni önüme sıralayıverdi. Hepsi çok haklı sebeplerdi. Ailecek saçma bir kendini kandırma yumağının her bir metresini birimiz sahiplenmiştik. Benim ki toplumsal nedenler, babamın ki psikolojik, annemin ki tamamen dinselken, kardeşim maalesef bu kategorilerden hiçbirine giremeyecek kadar sebepsizdi. Belki de yüzsüzdü ya da onun için hayatta sadece kendi önemliydi. Bencildi. Diğeri kadar. Kapıya gelen bir çiçekçiydi. Koridordan konuşmayı duyuyordum. Çiçekçi “ hokus pokus burada mı? Çiçeği var” dedi. Kardeşim “yok, o bi üst katta” deyip kapıyı kapattı ve söylenmeye başladı. “keşke benim diyip alsaydım, ne anlayacaklardı.” Annem “kimmiş o?” Babam “ne çiçeği?” bir an gözler bana bile çevrildi. Ben, biraz bana çiçek gelmemesine mahcup birazda çiçeğin bana gelmemiş olmasının verdiği ezikliği saklamaya çalışacak kadar aldırmaz, telefonla oynamaya devam ettim. Çiçek üst komşuya gelmişti. Annem üst komşuyu sevmezdi. Halıları balkondan çırptığı ve sürekli pervazları suyla yıkayıp camları mahvettiği için birkaç kez ciddi tartıştığı da olmuştu. Annem “kim gönderdiyse” babam “kim olacak ya oğlu ya kızı, millette evlat var” şeklinde konuşmalar devam edip giderken ben dayanamayıp odadan çıktım. Arkamdan “nereye?” ben “eve gidiyorum ya, gelirim gene” Dışarı çıktığımda çiçek açmış ağaçların kokusu etrafı sarmış, kuşlar mutlu cıvıltılarından belli, gökyüzü açık ve bulutsuz mavi (gökyüzü bulutsuzken hep eksik gelmiştir bana) arabama bindim. Eve mi gitsem yoksa öylesi gezsem mi diye düşünürken evin yoluna çoktan sapmıştım bile. Kafamın içinde sürekli bir tiyatronun oynadığı karışık gösterilere bilet tüketen sinapsislerimin coştuğu her şeyin hem çok anlamlı hem de anlamsız geldiği bir gün yaşamıştım. Hayat onlarlayken şınav çekmeye benziyordu. Hareket basit ama sürekli aynı hareketi yapmaya çalışmak bir süre sonra dayanılmaz bir acı vermeye başlıyor. Kaslar kuvvetine göre dayanıyor ve sonunda illa ki pes ediyordu. Ailemle aramdaki ilişkim tamda buydu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onnnnn… Olmuyor deyip bırakıyordum. Bırakıyordum çünkü bırakmasam iki taraf içinde acılı şeyler oluyordu. Bilirsiniz işte kalp kırıcı konuşmalar. Ertesi gün bir arkadaşımın telefonuyla uyandım. Çoktan öğlen olmuştu. Xsra “kıız uyanmadın mı?” ben “yaa napiim uyanıp ne güzel uyyorm işte” Xsra “ eee nası gidiyo hayat?” ben “ iyiiiii, aynı günü yaşıyorum sürekli” Xsra “he gene depresyon modun açık kalmış” ben “yok ya hayatın hormonlu zamanına mı denk geldim nedir?” Xsra “neyse sabah sabah kafa açma, baksana Tahausa’da çiçeklerde indirim var. Gitsek mi?” ben “diyosuun ne zaman peki” Xsra “şimdi uyandıysan, gel beni al” ben “ee iyi alayım bakim” Xsra “tamam bi saate gelir misin?” ben “hıhı”.  Yaklaşık 2 saat sonra Xsra’yla Tahaus’a gittik. Xsra “millete bak ot meraklıları” ben “bizde öyle” Xsra “yok bee anneler gününü ucuza getirem dedim” ben “mantıklııııı” Herkes gibi bizde orkide reyonunu gezdik. Baktık, inceledik, aldık, bıraktık. Renk seçtik geri vazgeçtik derken kiremitle mor karışımı renge sahip orkidelerden birkaç tane aldık. Arabanın arka koltuğuna orkideleri emniyet kemerlerini takıp özenle yerleştirdik. Xsra’yı eve bırakıp kendi evime geçtim. Orkideleri camın önüne koydum, harikaydılar. Sulasam mı? diye köklerini inceledim. Kararsız kaldım. Fotoğraflarını çekip anneme attım. Beğendi mi beğenmedi mi anlayamadım. Benim tarafımdan ona yapılan jestlere genelde sessiz kaldığı için hatta bana karşı doğduğumdan beri sessiz moda alınmış gibi davrandığından çok üstünde durmadım. Ne de olsa iyi şeyler yapınca şımarmayım diye övmeyen, sadece misafirlerin yanında “kızım” diyen bir kadın. Bunu anlamaya ve hatta çözmeye çalıştığım çok oldu ama bu düşüncelerin üzerimde yaptığı baskıyla agresifleşip genelde ona da bu yüzümü gösterip hep bana karşı neden soğuk ve ilgisiz olduğunu alttan alta ima eden sözleriyle karşılaştım. İçimden kendime acımayı bırakıp daha umursamaz olmaya başlayalı birkaç ay oldu. Aramızdaki ilişki için yeni kararım. Soracağını da sanmam. Çünkü bazen kendimi çok iyi saklarım. Tabii o kadar umurunda olmadığımı da düşündüğüm olmuştur.  Birkaç gün sonra annemi aradım. “çiçeğini getiriyorum evde misin?” dedim. Annem “yok şimdi et balığa gidiyoruz” ben “hımmm ne zaman getireyim” Annem “ben söylerim sana” bu cümle bile içimde küçük bir ışık yakmıştı. Aşırı hassas ve sevgiye muhtaç aç kalbim buna bile sevinmişti. Çiçeğin sahibine ulaşmasının belirsiz bir süre içermesi canımı sıktı. Zavallının paketini yırtmaya karar verdim. Onun paketinden çıkardığımda işten eve gelmiş ve pijamalarını giyip rahatlamış gibi hissettiğini düşündüm. Köklerini inceledim. Su ister misin? Diye sordum. Camın önüne diğerlerinin yanına koydum. Onları izlerken içimden kendime mutluluğu küçümseme dedim. Aslında o günlerde kendi kendime konuşma konusunda baya ilerlemiştim. Sese gerek yoktu. Bir ben vardı, birde “hasta ben”. Bazen “hasta ben” beni çok yoruyordu. Hayatımdaki tüm önemli kararları o veriyor, onun canı sıkılıyor, o depresyona giriyor, o saçma şeyler yapıyor, o birilerine laf ediyor, o işe gitmek istemiyor, o her şeyden nefret ediyordu. Bazen diğer ben’in tüm vakti onun yaptıklarını düzeltmeye çalışmakla geçiyordu. Mesela bazen iş yerinde ona gelen bir telefona bağırarak cevap veriyor, diğer ben kibarca telefonu onun elinden alıp işi toparlamaya çalışıyordu ya da işin en yoğun olduğu zamanlarda canı bahçeye çıkıp gezmek istiyor, çocuk parkına gidiyor salıncakta sallanıyor garip bakışlara aldırış etmiyordu. Keyfine düşkündü “hasta ben”. Diğer ben insanları seçmesi gerektiğini herkese güvenmemesi gerektiğini söylerken o bunu da sallamıyordu ama sonrasında kalbinin ne kadar acı çektiğini hatırlayıp insanlara karton varlıklarmış gibi davranıyordu. Karton insan deyip insanlara karşı  bir şey hissetmeyi, güvenmeyi ya da bir sorunu paylaşmayı bırakıyordu. Hatta bu yüzden diğer insanları bencilce kırıyordu. Hasta ben, asi bir at gibiydi. Çalışma hayatımda ya da sosyal çevremdeki insanlarda bu iki benli halime alışmış gibiydiler. Hasta ben bir gün iş yerinde kimsenin sevmediği bolca arkasından atıp tuttuğu müdürün gereksiz boş konuşmalarına sinirlenmiş ve adam kapının eşiğinden adımını dışarı atar atmaz kapıya çılgın bir uçan tekme savurmuştu. Odadaki diğer insanlar hem çok şaşırırken hem de içlerinden kendilerinin cesaret edemediği bir şeyi yapmamdan büyük zevk almışlardı. Hasta ben şişirilen egosuyla uçarken diğer ben ona sadece kızmıştı. Yine de hasta ben’in bu hesapsız davranışlarına karşın iş yerinde sevilmiş hatta insanların sırlarını anlattığı fikir danıştığı biri olup çıkmıştı. Bunların bir önemi var mıydı? Hasta ben için bir önemi yoktu. O keyfine bakarken diğer ben, onun bu yaptıklarına bir kılıf uydurmaya çalışıyordu. Hasta ben içimde büyüyordu. Diğer ben günler geçtikçe sessizliğe bürünmüş, hatta başını alıp gitmiş gibiydi. Meydan tamamen hasta ben’e kalmıştı, bazen isyan ediyor, bazen aşırı saçma mutlu oluyor deli tiz kahkahalarıyla kendi karanlığını dinsel bir temayla sergileyen kendini yargıç sanan aslında hiçbir bok olmayan insansıları rahatsız ediyordu. Hasta ben’in içinde bu türlere karşı derin bir nefret büyümeye başlamıştı. Yüzlerinde sürekli örnek seçilmiş insan olduklarının ifadesiyle binbir surat gezişleri ve insanların bunu gördükleri halde gerçek olmayana karşı duydukları saygı, hasta ben’i bazen çileden çıkartıyor, ağzına geleni söylüyor, açık açık küfrediyordu. Gerçek ben ortadan kaybolduğundan beri hasta ben meydan bana kaldı artık yeni düzen deyip iyice duygularına göre hatta canı nasıl istiyorsa öyle hareket etmeye başlamıştı. Telefon konuşmalarında milletin yüzüne kapatan, isteklerini daha baskın ve kararlı ifaden, annesini acımasızca içinde hissettiği gerçeklere göre kıra parçalaya duygularını zırlamadan anlatan taraf olmuştu. Sanki artık dik duruşumu sağlamlaştıran çelikten bükülmez bir iskeletim olmuştu. Hasta ben’i sevmeye başlamıştım. Kabullenmiştim. Bazen aklıma zor şeyler sokuyor ve bunu yapamayacağımı söylüyordu. Kulağıma sürekli gerçek duygularımı bastırdığımı, ailemin onayı için kaç yüzyıldır da böyle yaşamanın bana mutluluk verdiği kandırmacasına kendimi inandırdığımı söylüyordu. Aynaya her baktığımda ensemin arkasında belirip ahtapot görünümlü bir kartal olduğumu söyleyip duruyordu. Ahtapot değildim ama kartallar gibi de hiç değildim.  Bu hasta ben ne zaman hayatıma girmişti? Bir ses olarak doğduğu zamanları hatırlıyorum. Biriyle tanışmıştım, Ateşle. Ondan beri yavaş yavaş büyüyüp beni ele geçirdi. Ateşin peşinde bir ahtapottum. Bazen de ateş benim peşimdeydi. Aramızda bir cam vardı. Bana yaklaştığında ben haşlandığım için bir süre sonra onunla yapamaz hale geliyordum, onu delirtip kendimden uzaklaştırıyordum. Soğuduğumda tekrar bir şekilde onu buluyordum. Ateşe baktığımda kendimi bambaşka diyarlarda buluyordum. Ateş bana bir yerde annemi hatırlatıyordu. Annem beni hiç istediğim gibi sevmemişti. Ateş, anneme benziyordu beni sevebilirdi ama o da bir süre sonra beni yakıyordu. Her neyse Ateş’le tanıştıktan sonra hasta ben içimde her gün biraz daha sesini artırdı, kendini kabul ettirdi. Dünyanın sınırları olmadığını ama benim çok fazla sınırlarımın olduğunu kendimi ahtapot sandığımı ama benim kartal olduğumu söyledi. Yine bir gün aynaya bakarken, diğer beni unutmuşken, Ateş’le artık olamayacağımı tamamen anlamışken bana fısıldadı. “hadi çık şu akvaryumundan” dedi. Çıkmak için konforlu alan güvendiğim birileri olmalı dedim. Benimle alay etti. Önce annemle konuşmalıyım dedim. Hasta ben bunu ilginç bir şekilde mantıklı buldu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi. Hasta ben galiba ehlileşiyordu. Sustu ve ortadan kayboldu. Zihnimde kimse kalmamıştı. Duygularım ve kalp sızıları vardı. Tüm bunlar olurken deniz kıyısında karettakarettalara ayrılmış sakin bir plajda deniz dalgalarıyla uzun bir yürüyüş yaptım. Sesi uzaklaşan diğer ben’le vedalaştım ve anneme artık bir kartal olmak istediğimi anlatmaya karar verdim ama öncesinde kız kardeşime bahsettim. Eğer sana bu konuyla ilgili bir şey söylerse lütfen benim tarafımda ol dedim. Kız kardeşim her zamanki üstten ve alaycı tonuyla merak etme ama neden ahtapot olmak güzel değil mi? diye sordu. Öyle ama ben rüzgârı hissetmek istiyorum ve bunu sürekli düşünür oldum, içimdeki hissi susturamıyorum artık dedim. Kız kardeşim böyle şeyler hissetmiyor olmanın verdiği üstün mutluluğu yine ses tonuna yansıttı. “tamam, söylerse senin savunurum.” dedi. Bu kısa ruhsuz konuşma sonrası nedense onu da kendimi de yargıladım ama artık havaalanındaydım, verdiğim kararın sağladığı iç huzurla telefonumu tamamen kapattım ve uçak havalandı. Telefonu açtığımda cevapsız çağrılar ve annemden gelen üzücü mesajla gerçek dünyaya iniş yapmıştım. Yanına gidemedim, hasta ben beni terk etmişti. Yoktu ona ihtiyacım vardı ve kendimi deli gibi yargılamaya başlamıştım. İçimde fok balığına benzeyen çirkin bıyıklı bir balık belirmişti. Süreci yargıç olarak yöneteceğini ve benim zaten uçarı kaçarı olduğumdan haksız ve mahkemeyi kaybedeceğimi söyledi. Üzgündüm. Çünkü kendimi kartal olarak hayal etme cesaretini göstermiştim. Uçmak zordu. Yine de annemi görmek istedim. Çünkü Ateş uzun zamandır yoktu. Onu özlediğimde de annemi özlüyordum, şimdi her ikisinden de aynı anda kopmak bir ahtapot için susuz kalmaya benziyordu. Ateş şimdi ne alaka dedim. Kendi kendime ağladım su çok sıcaktı ve akvaryum kaynıyordu. Eve gittiğimde küçük umursamaz bir topluluğa benzeyen ancak düştüğünde “aaa bak işte demiştim düştü ileri görüşlülüğündeki babam ve erkek kardeşim, sinirli annemle birlikte vakit öldürmekteydi.” Erkek kardeşim neden doğum gününü kutlamadığımı sordu hemen. Herkes ekstra tripliydi. Babalar gününü kutlamadığım için babam, kartal olmak istediğim için annem, doğum günü içinde salak kardeşim kendi çaplarında onların varlığının benim dünyam için çok önemli olduğunu düşünmekteydi. Oysa ben ahtapottum kan rengimiz uyuşmuyordu. Annem asık yüzüyle beni vazgeçirmek için sessizce oturuyordu. Diğerleri de benden rahatsız mimikleriyle beni istenmeyen ilan etmişlerdi. Benim doğum günümü hiçbir zaman hatırlamayan aile fertlerine biraz isyan ettikten sonra sevgili anneme aldığım kolyeyi uzattım, oralı bile olmadı sonra kartal olmaktan vazgeçtim sadece şakaydı dedim. Bir süre sessizce youtube izlediği çok sıkıcı yemek programını birlikte izledik içimde biri uçurumun kenarındaydı. Hava karardı ve ben onları Caravaggio tablosu gibi geride bırakıp eve döndüm. Yolda kızacak kimse bulamadığım için Ateş’e sövdüm biraz. Onu sadece dünyaya getirip bunu başarı sayan ailesine de sövdüm. Eve geldiğimde hasta ben’den yine haber yoktu. Birden telefonum çaldı. Şaşkındım, çünkü arayan Ateşti. Kendi başına yanmanın onu mutlu etmediğini söyledi. Bir saat konuştuk. Sosyal medyada kartal olma eylemime dair bıraktığım izleri görmüştü. Kendinden dolayı olduğunu düşünmüştü. Haklıydı ama yüzde on yedi onunla ilgiliydi. Yüzde elli üç hasta ben. Kalan yüzde otuz zaten benim kendimdi. Telefonu kapattığımda kendimi daha cesur hissetmiştim. Kartal olmak güzeldi ama ben hala ahtapottum. İnsanlar beni ahtapot sanıyordu. Annem de öyle kalmaktan mutlu olacağıma inanmıştı. Günler öylece geçerken bir gün ayna karşısında kendimi izlerken hasta ben’in yeniden sesini duydum. Benimle alay etti. Aciz bir korkak, sevilmeye muhtaç ama asla annesinden tam puan alacak kadar sevilmeyen bir ezik olduğumu söyledi. Annemi aradım, sesi keyifliydi. Benim onun için fersah fersah geçmişte kaldığını varsaydığı isteğim aklına bile gelmiyordu, nasıl hissettiğim aslında hiç umurunda değildi. Onun kendi duyguları ve önemsedikleri vardı ve ben o listede 3. yedekteydim. Kartal olma isteği beni yiyip bitiriyordu ve bu sadece geceleri beni uykusuz bırakıyordu. Hasta ben aslında gerçek bendim ve artık kendini göstermek istiyordu. O sabah kartal olarak güne başlamaya karar verdim. Bu çok zordu. Uçmak zor bir eylemdi ve herkesin gözü üzerindeyken sudan çıkmak bambaşka bir deneyimdi. İçimdeki tüm seslere susmalarını söyledim. Sadece yaptım ve böylelikle kartal olma yolculuğum başladı. Annem uzun süre bana küstü mesafeli birlikteliğimize birkaç bin kilometre daha ekledi ama artır ben artık bir kartaldım ve o da zamanla bu gerçeği kabul edecekti. Hasta ben aslında gerçek bendi ve onun sesini yıllar önce kapatmışlardı çok sessiz kaldığım zaman onu duymaya başlamıştım…


Nimet Pilavcı

3 Haziran 2023 Cumartesi

 BEN DÜNYA'DA YENİYİM

Onlar bilmiyor, hiç kimsenin haberi yok. Bende şans eseri öğrendim ya da hayır şans eseri değil, çok sorduğum için kafalarını şişirdim galiba. Birden söyleyiverdiler. İlk duyduğumda donup kaldım. Basitliğin karmaşası sardı içimi. Suyun aniden eksi 20’leri görünce donup kaldığı gibi kalbim buzdan bir heykele dönüştü içimde. Gözlerim buğulu değil artık buzlu bakıyordu, gerçek olmayan gerçeğe. Oyun deyip basite aldıkları yaşamak düşü; bütün bunlar romantik söylemlerdi. Her şeyin bir gerçekliği vardı. Vardı da hangi otorite bunu yargılayabilirdi ki. Ya da herkesin umurunda olsa, tüm insanlık bilse ne değişirdi? Bazen gerçek gözümüzün tam önünde durur ve biz yanında geçip gideriz. Görmezden geliriz. İşte tamda böyle her şey. Son günlerde kendimi yalnız, umutsuz ve çok görmüş geçirmiş hissediyorum. Oysa henüz 30’ların başındayım ve neredeyse sıradan insanların çoktan yaşadığı şeyleri bile yaşamadım. Mesela çok sevilmedim. Mesela kimseye yurt olamadım, mesela çok ülkede görmedim ya da paraşütle bir yerlerden aşağı atlamadım, belki ciddiye de alınmadım. Herkes için kolay oluverdim bazen. Kolay affeden, kolay kabul eden, kolay seven, kolay üzülen, gönlü kolay alınan, kolay, kolay, kolay… Yaşamın bana hissettirdiği tek duygu, en iyi hissettirdiği üzülecek bir şey bulup onlara üzülmem oldu. Bu bazen çöp kenarında ateş yakıp kimin dünyasını nasıl alt üst ettiğini bilmeyen sığınmacılar olur, bazen şefkate muhtaç üzgün gözlerle etrafımda dolanan bir sokak köpeği, bazen sevgisine bir türlü inanmadığım sevgili, bazen cadde, sokak ya da bir tarla kenarında başı vurulur gibi kesilmiş bir ağaç. En çokta ağaçlara üzülüyorum. Onların sessiz iyilikler olduğunu düşünüyorum. Sessiz, mutluluk veren, gölgesinde şenlendiğim, rüzgârda şarkı söyleyen yapraklarını dinlediğim ağaçları neden keserler ki? Anlamıyorum. Onları yok eden birinin kalbi olabilir mi? Gerçekten neyi sever? Sevdiği her şeyi sorgularım. Neden melankoliksin? “Çünkü ağaçları kesiyorlar. O yüzden” diyemediğim için başımı önüme eğip yalancı bir gülümseme yapıştırıp suratıma “hayır”  derim hep. Yaşamak güzel şey. Nefes almaya muhtaçken, akciğerlerinle aran kötüyken ya da hayatın kıyısında tutunmaya çalışırken uçurumdan aşağı bakıp kara parçasının değerini anlamak gibi. Bıraksan kendini düşsen aşağı, ne olacak ki? Başka bir başlangıcın içinde bulacaksın kendini. Sen insansın. Ne kadar aşağılık anların olsa da. Sana neden böyle sonsuz bir ödül verilmiş, hiç düşündün mü? Düşünüyorum ama bulamıyorum ben. Sen bulursan bana da söyle. Buna ihtiyacım var bugünlerde. Birde herhangi bir yerde toprağa gömülmeye. Kapatın üzerimi ve gidin. Yok, olayım şuracıkta. Sancılı yaşam, umutsuz yaşam bu sonrasızlık bitsin. Ne olacaksa olsun. Çok yorgunum. Ben beceremiyorum çünkü. Hayatın olağan akışında insanların saçma mutluluklarına, sevinçlerine bakıyorum ve sesi olmayan sesli bir videoyu izler gibi yavan buluyorum. Oysa eskiden çok sevindiğim, kalbimin delicesi çarptığı zamanlar vardı. Acılar gerçekti, mutluluklarda öyle. Ben gerçektim. Şimdi bir gölgenin yansımasıyım. Yansıma diyorum o kadar açık griyim. Sessizce izliyorum. Numara yapıyor, hayatın akışına kapılıyormuş gibi basit dertleri takıyormuş gibi yapıyorum. Kimse anlamasın diye bazen iş yerinde birine sinirleniyorum, hoşuma gitmeyen bir şeylere isyan ediyorum ya da öylesine birileriyle sohbet edip planlar yapıyorum. Gerçekliğimi yitireli çok olmadı ama dikkat çekip bir hikâye çıkartmak güzel olur dersen 13 gün 2 saat 39 dakika olmuş. İçimden sadece gözyaşı dökmek geliyor. Geçmesini beklediğim yara iyileşmiyor adeta bambaşka bir yaratık büyüyor içimde. Her gün bir yeri beliriyor. Resim netleşiyor. Bu şey bana ne yapacak korkuyorum. Ruhumu hapsedip kendi ruhu mu yapacak? Başka bir dünyadan geliyor. İçimde büyüyor. Ben de büyüsün diye uğraşıyorum farkında olmadan. Son günlerde daha hızlı büyümeye başladı. Sadece şekil olarak mı değişik yoksa başka yetenekleri de var mı? Beni başka biri mi yapacak? Hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Fısıltı, fısıltı, fısıltı. Neyi çektiğime dair hiçbir fikrim yok.  Tek istediğim sıradan olmakmış. İsteyince olan şeyleri istemeyi nasıl isterim? Ben isteyemiyorum. Dilim söylese de içim titremiyor. Kendinden umudu kesmiş olmak böyle bir şey mi? İnsanların hepsi bu söylediklerimi yaşıyor mu? Hayatlarının herhangi bir döneminde? İstemek bile hadsizlik gibi geliyor bana. Toz taneciğinde yaşayan küçücük mikroskobik varlık neden umursansın ki? Neden umurunda olsun ki? O neyi bilirde ister? O, ne bilir ki? Ne zaman istemek mevzusunu açsam kendime bunları söylüyor. Sonra insanlara bakıyorum. Yaşamlarına, dünyayı tüketme şekillerine, söylediklerine, güldüklerine, konuştuklarına. Bir hata olmalı. Bir yerde bir hata olmalı. Nasıl beceriyorlar hiç yok olmayacak gibi mutlu olmayı? Ben nasıl farkındayım böylesi. Bu geçici bir hal mi? ya geçer bende onlar gibi olursam. Belki de onlar gibiyim. Yarın erken kalkmalıyım. Görüşmek istemediğim biriyle randevum var. Hayat ne tuhaf. Yani hayatın bizi gördüğü, duyduğu yok ama yine de bunu demek insanı hafifletiyor. Görüşmek istediğin, deliler gibi görmek istediğin insanı sonsuza kadar kaybedip görüşmek istemediğin başka insanlarla görüşmek zorunda olman. Devam edebilmek için buna ihtiyaç duymak. Kuruyemişin içinde sevdiğin yemişin çok çok çok az kalmış olması gibi. Anlamsızlığa bu kadar anlam yükleyen de anlamlı şeyleri anlamsızlaştırıp bir köşeye atan da benim. Ben, kimim? Düştüğü kuyudan çıkmaya çalışan kafasının içinde kendiyle kavga eden insanları sevmeyen ve en çokta kendine düşman olan kimine göre asi, kendine göre ucuz bir ruhum. Koşturan insanlar görüyorum, trafikte bir saniye öne geçmek için birbirine korna çalıp, kendilerinin olunca kutsal, önündeki arabadakinin olunca ana avrat küfredenler. Çocukken okuldan eve belediye otobüsüyle dönerdim. Sıkışık insan dolu, ter kokan, eylemsizlik hareketiyle birbirine çarpıp duran sessiz insanlara bakıp içimden onlara bağırırdım. “ilk hangimiz ölecek? Bilen var mı?” diye sorar tahmin etmeye çalışırdım. Sonra sıra bana gelirdi. Önce ben ölürsem derdim. Otobüsten inince karşıdan karşıya geçerken bacaklarım titrerdi. Ölüm korkusunu ilk bacaklarımda hissederdim. Ben hep mutsuzdum. Mutluluk nasıl bir şey aklıma yatmazdı. Mutsuzlukta etime sürten bir bıçak gibi değildi. Sakindi. İnce bir sızı olurdu içimde. Hep bir kaybetme korkusu. En çok annemi kaybetmekten korkardım. Eve koşarak giderdim. Ölmeden önce yetişeyim isterdim. Gittiğimde sağlıklı olduğunu görünce içimde çiçekler açardı. Annem anlamaz bana hep kızardı. Çocuksuluğum ona dokunurdu. Belki de asla büyümeyecek olmamın korkusu sarardı. Haklıydı. İçim hep çocuk kaldı. Büyümenin tatlı sancısı hiç sarmadı beni. Ergenlik, yetişkinlik dikkatimi çekmedi. Beni hep çocukça mutsuzlukların içinde çiçek açan küçük mutluluklar ilgilendirdi. Ben büyüdükçe çocukken uzanamadığım mutluluklara uzanabildikçe sevindim. Mutlu oldum. Kısa sürdüler, ama olsun. Böyle bir şeydi demek dedim. Sonra insanlara baktım. Sevinçleri gereksiz geldi. Ya da asla uzanamayacağım şeyler olup çıktıkları için kendi içimde küçümsedim. Evet, öyle yaptım. Bana uzak sevinçleri hep küçümsedim. Böylelikle bastırıp yok etmesi kolay oluyordu. Yazmaya da çocukken başlamıştım. Kendime masallar uydurmam gereken zamanlar oluyordu. Aklımın bir köşesinde oyunlara dalmak iyi geliyordu. Sonrasında da bırakamadım. Bir hastalık gibi içimden çıkıveriyordu. Yanımda hep küçük not defterleri taşımak zorundaydım. Aklıma sürekli olur olmaz yerlerde şiirler gelirdi. Yazmazsam sonsuza kadar kaybederdim onları. Sonra hani bir şarkı duyarsınız ama adı aklınıza gelmez, mırıldanmaya çalışırsınız bulamazsınız, takılıp kalırsınız ya. İşte öyle bir şey oluverirdi o mısralar bende. Yazmak kendimle dertleşmek gibiydi. Kendimi bana cevap vermeyen defterlere dökmek, yaralarımı iyileştirirdi. Zamanın benimle işi kalmazdı yazarken. Ne ben onu sorardım ne de o beni. Sadeleşmekti yazmak. Ruhunun bir yerlerde kendi müziğinde dans etmesiydi. İşte böyle bir zamanda başladı, evrene merakım da. Binlerce ışık yılı uzakta bir yerde yaşamak, bir sabah uyandığında Satürn’ü dünyada bulmak, ağaçlarında çorap yetişen tarlalar, kötü adamlardan kaçan kaktüs oğlanın bir fareye yem olması, bunlar hep rüyalarımın bana sunduğu hayran kalarak izlediğim bilinçaltı zırvalıklarımdı. Öyle sıkı sıkıya sarıldığım bir hayalim hiç olmadı. Olanlarda ne kadar gerçek oldu. İstediğim mi oldu, olana mı razı oldum. Düşünmek bile istemiyorum. Dünyadan vazgeçmiş olmayı diliyor bir tarafım, diğer tarafım sıradan insanlar gibi mutlu olmayı denemeye çalışıyor. Sonra hepsi içimde bir yorgunluğa dönüşüyor. Her şey yabancılaşıyor. Herkes çoktan başka bir gezegene taşınmışta ben burada unutulmuşum hissine kapılıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. Hep aynı yerdeyim sanki. Yokluğun ortasında yokum. Varlığın ortasında hiçim. Hiç olmak herkesin beceremeyeceği bir ayrıntı. Dünyada çok can yakıcı sorunlar varken benim sürekli “buram uff oldu” diye geziyor olmam ne büyük şımarıklık diyorum bazen. Kendimi öylesi küçümseyip ötekileştiriyorum ki. Sonra dünyayı düşünüyorum. Toz taneciğisin sevgili dünya, kendini beğenmiş insanlık diyorum. Biri bana neden değerli ve yaratılmaya layık görüldüğümüzü anlatmalı. Bak şu yüzden demeli. Bir sürü sebepten ya da. Bende ikna olmalıyım. “aa bak ne değerliyim” diye başım ve sırtım dik gezmeliyim. Sonra kim bilir değersiz bir şeyler yapıp daha da değerli olduğumu düşünmeliyim. Ben neyim? Bilimsel olarak bir açıklamam var. Etten ve kemikten yaratılmış, yok ortaya çıkarılmış biyolojik bir varlığım. Varım. O yüzden sonsuza kadar saçmalayabilirim. Bedelini ödedikçe tabii. Peki, ben bir çiçeğe dönüşebilir miyim? Ya da bir tost makinası olur mu benden? Atomlarım sürekli kendini yenileyen bu dünyada farklı şekilde buluşur mu? Saliselerden daha küçük birimler içinde. Kaybolabilir miyim? Sonsuza dek evrendeki kara deliklerde gezebilir miyim? Gezsem gördüklerime şaşırırım kesin. Ama şu an canım hiç gezmek istemiyor. Tek istediğim uyumak, uyumak, uyumak. Bilinçaltımda yenidünyalar, acayip heyecanlı olaylar keşfetmek. Sonrasında mutlu hissettiğim bir anda uyanmak. O gün tekrar gelecek mi? mutlu olduğum o gün. Uykumda mutluyum, mutlu uyandım dediğim o gün. Gelecek mi? bunun çaresi neden böylesi bir. Susmak. Burada susmak en iyisi. Ben iyi değilim. Okyanusun ortasında kendi kendime yaşadığım derin çaresizlikle bir sigara yakmak ve beynimin salgılayacağı “dur, iyisin” hissi yaratacak bir göz kırpışa muhtacım. Bazı insanlar görüyorum. Onları yeni doğmuş gözleri henüz açılmamış kedi yavrularına benzetiyorum. İnsanları seven var mı? Masum hayvanlar dışında. Bir kap yemek, başını okşayacak kadar sevgi, sıcak bir yatak için seven hayvanlar dışında? İnsanlar gerçekten insanları sever mi? yoksa onlar bir arada oldukları için mi seviyormuş taklidi yaparlar. Bir insan dünyada en fazla kaç can yakabilir. Kaç ölüme sebep olur. İçinde taşıdığı cevherleri kendi kendine nasıl bitirir? Onlardan biri de ben miyim? Tüm bunların bir cevabı vardır elbet. Bilen birini bulmalıyım. Ona sormalıyım. Çünkü bu sorular aniden donup kalan heykellere dönüşüyor zihnimde. Zihnim tam bir müze. Hayat bir zamanlar akmış, yaşanacaklar yaşanmışta kalıntıların taşınıp alarmlarla, mesafelerle saklandığı bir yer olmuş gibi. Beni anlayan var mı? Bu kuyuda sessizce kendimi mi delirteceğim. Kendimden kaçtıkça nefesim tükeniyor, soluksuz kalıyorum. Bazı dakikalar hiç geçmiyor. Aklımın en büyük hayal kırıklıklarını o dakikalarda yeniden tekrar tekrar yaşıyorum. Eylemler gibi duygularda domino etkisi yaratıyor diyorum. Beni mahveden bu garip duyguyla birlikte yaşamaya, anlaşmaya çalışıyorum. Bu kadar mutsuz olduğum için kim daha çok mutlu oluyorsa ben onu kıskanıyorum. Bıktım kendimden. Senden, dünyadan, hep bir cevap bekleyen insanlardan. Sabah erken kalkmaktan, işe gitmekten, selam vermekten, öğlen yemek yemekten, akşam servisle eve dönmekten. Diyet çorba gibi yaşamaktan. Uçup gitmek istiyorum. Kanatlarım olduğunu hayal ediyorum sonra bir kuşun yerden gökyüzüne nasıl özgürce kanatlandığına hayran hayran bakıyorum. Bazen kimsenin olmadığı ıssız yerlerde kuşları taklit ediyorum ama ben uçamıyorum. Gökyüzü çok uzak. Ben çok küçüğüm. İnsan bilmiyor ama çok acizler. Vazgeçtim dediği şeylerden kurtulamıyorlar.

 

BÖLÜM 2

Bu kadar uzun “ben”in ardından kim olduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Ben bozkırın ortasında yeşil ürpertici bir damarın içinde yüzyıllardır sürüklenen birçok şehir görmüş, birçok insanla bakmadığı yerde göz göze gelmiş bir taşım. Evet. Bir taş. Koyu yeşil rengimle yüzyıllardır sürüklendiğim nehrin içerisinde tüm sivri yanlarımın törpülendiği dikdörtgen ve üçgen yüzeyleri olan bir yüzeyi hafif dairesel bir taş. Aslında ben tek başıma da değilim. Benim gibi üç arkadaş daha var yanımda. Birinin rengi kehribar damarlı, biri açık yeşil düz bir yüzeyden oluşuyor, diğeri de işte o son parça. Sanki bizi aramaya gelmiş gibi gözleri yerdegezen kızın hafif kırmızı olmalı diye aradığı ve kuru nehirden uzaklaşırken gözüne takılan daha çok akik rengi bir kırmızı taş. Ben ona akik diyorum. Akik’in bir tarafı insan dişini andırırken diğer yüzeyinin hafif keskinliğine bakınca onun başka bir parçasının Kızılırmak’ta kaldığını anlıyorum. Sormadım kendisine ama biraz içe kapanık, öfkeli. Neye karşı bu öfkesi bilemiyorum. Biz; ben, kehribar, akik, yeşil hep bir aradayız. Çok şey gördük. Yüzyıllardır... Nelere tanıklık etmedik ki. Irmağın deli gibi aktığı, genç kızların çamaşır yıkadığı, yüzdüğü, banyo yaptığı, çobanların koyunlarını suladığı, savaşta askerlerin endişeyle atlarında karşıya geçtiği, bir gelinin atın huysuzlanmasıyla sularında can verdiği, barajla birlikte her geçen gün suyun azalan debisine, her daim balık tutan balıkçılara, bir gece yarısı karanlığı delen ışıkla içlerimizden bazılarını toplayıp götüren uzaylılara… sonra bu kız geldi. Ben galiba burada toz haline dönüşene insanlık yok olana kadar buradayım derken… Kız beni düşen bir parçasını yerden alır gibi alıp cebine atıverdi. Şaşkındım. Bir taşı ne yapacak olabilirdi ki? Bir taşı eline alınca neden bağrına basar gibi avucunun içinde sımsıkı tuttu ki? İlk defa kendimi merak ettim. Nasıl göründüğümü? Kızın canı acıyor gibi bir hali var. Sanki kimseye söyleyemediği ama her halinden belli olan bir can acısı. Yanındakilerden başka bir âlemde gibi. Yalnız kaldığında içinden bir şeyler söylüyor. Bizi avucunda sımsıkı tutup, bir şeyler diliyor gibi. Yüzyıllardır yaşadığım evimden uzaklaşıyorum. Bir arabaya bindik o bizi giysisinin cebine koydu ve fermuarı çekti. Güvende olduğumuz için içi rahat. Arada fermuarı açıp bizi avucuna alıyor. İçinden bir şeyler söylüyor. Fısıltıyla. Duyamıyoruz. Galiba söylediklerini yanındakilerin duymasından çekiniyor. Tüm dünyanın duymasından hatta. Karmakarışık içi. Hissedebiliyorum. Çok üzgün olduğunu ve bizimle teselli bulmaya çalıştığını anlıyorum. İnsanların yaşadığı ev denilen bir yere geliyoruz az sonra. İçeri girdiğinde yaşlı, kilolu bir kadına sevinçle bizi gösteriyor. Kadın bilge gözlerle kıza baktı. Yine mi taş topladın? Dedi. Bizleri eline aldı, baktı. Kızın gözündeki sevinci kuşkuyla süzdü. Taşları kıza geri verdi. Kız buruk bir neşeyle bizi tekrar giysisinin fermuarlı cebine attı. Onunla yalnız kaldığımızda anlayacağız herhalde bize niye bu sevgiyle baktığını, avucunda sımsıkı tutup içinden belli belirsiz ne geçirdiğini anlayamıyorum. Diğerleri de benim gibi. İçimizde sürekli neden burada olduğumuz konusunda tartışıyoruz.

Bölüm 3

Kız bugünlerde kafayı yemiş gibi bir deyim var insanların kullandığı aynen öyle davranıyor. Bizi biri sanıyor. Evet, dördümüz ona göre birini temsil ediyoruz. Gündüzleri hep avucunda, çalışırken masada, koltukta otururken yanında, gece yastığının altında bizimle uyuyor. Bazen uyanıyor, yastığının altında bizi arıyor. İçimizden birini bulamadığında ki bazen yastığın altından aşağılara doğru kaydığımız vakitler oluyor o zaman kalp çarpıntılarını uzaktan bile duyabiliyoruz. Tuhaf bir hapis hayatı yaşıyoruz. Konforlu. Bir taş olarak sıcak bir ev kimsenin umurunda olmaz belki ama bir insanın avucunun içinde olmak ilginç bir deneyim. Acı çeken, yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemeyen takıntılı bir kız bu. Adını daha yeni öğrenebildik. Geçenlerde bizi iş yerine götürdü. Masanın üzerine kahve kupasının yanına koydu. İşlerine daldı. Odaya kaba saba bir adam girdi. Herkese selam verdikten sonra kızın masasına yöneldi. “Ooo Mai’de gelmiş.” Dedi. Sonra bir hamlede akiki eline aldı. “ne güzelmiş rengi, kırmızı gibi”. Bizimkinin kalp atışlarını yine duymaya başladık. Adama sanki taşı alıp gidecekmiş gibi endişeli gözlerle bakmaya başladı. Hani başkasına bir şeyi önemsemiyor gibi yaptığınız ancak içten içe deli gibi önemsediğiniz satranç taktikleri vardır ya öyle bir ifadeyle “hı evet” dedi. Adam taşa baktı, bizimkine baktı. “gözünde deliliğin parıltısını gördü.” Sonra yavaşça Akik’i aramıza bıraktı. Bizimki derin bir nefes aldı. Çaktırmadan bizi toparlayıp cebine attı ve fermuarı çekti. Kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz kim olabilirdik ki?


Nimet Pilavcı