BEN DÜNYA'DA YENİYİM
Onlar bilmiyor, hiç kimsenin haberi yok. Bende şans eseri
öğrendim ya da hayır şans eseri değil, çok sorduğum için kafalarını şişirdim
galiba. Birden söyleyiverdiler. İlk duyduğumda donup kaldım. Basitliğin
karmaşası sardı içimi. Suyun aniden eksi 20’leri görünce donup kaldığı gibi
kalbim buzdan bir heykele dönüştü içimde. Gözlerim buğulu değil artık buzlu
bakıyordu, gerçek olmayan gerçeğe. Oyun deyip basite aldıkları yaşamak düşü;
bütün bunlar romantik söylemlerdi. Her şeyin bir gerçekliği vardı. Vardı da hangi
otorite bunu yargılayabilirdi ki. Ya da herkesin umurunda olsa, tüm insanlık
bilse ne değişirdi? Bazen gerçek gözümüzün tam önünde durur ve biz yanında
geçip gideriz. Görmezden geliriz. İşte tamda böyle her şey. Son günlerde
kendimi yalnız, umutsuz ve çok görmüş geçirmiş hissediyorum. Oysa henüz
30’ların başındayım ve neredeyse sıradan insanların çoktan yaşadığı şeyleri
bile yaşamadım. Mesela çok sevilmedim. Mesela kimseye yurt olamadım, mesela çok
ülkede görmedim ya da paraşütle bir yerlerden aşağı atlamadım, belki ciddiye de
alınmadım. Herkes için kolay oluverdim bazen. Kolay affeden, kolay kabul eden,
kolay seven, kolay üzülen, gönlü kolay alınan, kolay, kolay, kolay… Yaşamın bana
hissettirdiği tek duygu, en iyi hissettirdiği üzülecek bir şey bulup onlara
üzülmem oldu. Bu bazen çöp kenarında ateş yakıp kimin dünyasını nasıl alt üst
ettiğini bilmeyen sığınmacılar olur, bazen şefkate muhtaç üzgün gözlerle
etrafımda dolanan bir sokak köpeği, bazen sevgisine bir türlü inanmadığım
sevgili, bazen cadde, sokak ya da bir tarla kenarında başı vurulur gibi
kesilmiş bir ağaç. En çokta ağaçlara üzülüyorum. Onların sessiz iyilikler
olduğunu düşünüyorum. Sessiz, mutluluk veren, gölgesinde şenlendiğim, rüzgârda
şarkı söyleyen yapraklarını dinlediğim ağaçları neden keserler ki? Anlamıyorum.
Onları yok eden birinin kalbi olabilir mi? Gerçekten neyi sever? Sevdiği her
şeyi sorgularım. Neden melankoliksin? “Çünkü ağaçları kesiyorlar. O yüzden”
diyemediğim için başımı önüme eğip yalancı bir gülümseme yapıştırıp suratıma
“hayır” derim hep. Yaşamak güzel şey.
Nefes almaya muhtaçken, akciğerlerinle aran kötüyken ya da hayatın kıyısında
tutunmaya çalışırken uçurumdan aşağı bakıp kara parçasının değerini anlamak
gibi. Bıraksan kendini düşsen aşağı, ne olacak ki? Başka bir başlangıcın içinde
bulacaksın kendini. Sen insansın. Ne kadar aşağılık anların olsa da. Sana neden
böyle sonsuz bir ödül verilmiş, hiç düşündün mü? Düşünüyorum ama bulamıyorum
ben. Sen bulursan bana da söyle. Buna ihtiyacım var bugünlerde. Birde herhangi
bir yerde toprağa gömülmeye. Kapatın üzerimi ve gidin. Yok, olayım şuracıkta.
Sancılı yaşam, umutsuz yaşam bu sonrasızlık bitsin. Ne olacaksa olsun. Çok
yorgunum. Ben beceremiyorum çünkü. Hayatın olağan akışında insanların saçma
mutluluklarına, sevinçlerine bakıyorum ve sesi olmayan sesli bir videoyu izler
gibi yavan buluyorum. Oysa eskiden çok sevindiğim, kalbimin delicesi çarptığı
zamanlar vardı. Acılar gerçekti, mutluluklarda öyle. Ben gerçektim. Şimdi bir
gölgenin yansımasıyım. Yansıma diyorum o kadar açık griyim. Sessizce izliyorum.
Numara yapıyor, hayatın akışına kapılıyormuş gibi basit dertleri takıyormuş
gibi yapıyorum. Kimse anlamasın diye bazen iş yerinde birine sinirleniyorum, hoşuma
gitmeyen bir şeylere isyan ediyorum ya da öylesine birileriyle sohbet edip
planlar yapıyorum. Gerçekliğimi yitireli çok olmadı ama dikkat çekip bir hikâye
çıkartmak güzel olur dersen 13 gün 2 saat 39 dakika olmuş. İçimden sadece
gözyaşı dökmek geliyor. Geçmesini beklediğim yara iyileşmiyor adeta bambaşka
bir yaratık büyüyor içimde. Her gün bir yeri beliriyor. Resim netleşiyor. Bu
şey bana ne yapacak korkuyorum. Ruhumu hapsedip kendi ruhu mu yapacak? Başka
bir dünyadan geliyor. İçimde büyüyor. Ben de büyüsün diye uğraşıyorum farkında
olmadan. Son günlerde daha hızlı büyümeye başladı. Sadece şekil olarak mı
değişik yoksa başka yetenekleri de var mı? Beni başka biri mi yapacak?
Hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Fısıltı, fısıltı, fısıltı. Neyi çektiğime
dair hiçbir fikrim yok. Tek istediğim
sıradan olmakmış. İsteyince olan şeyleri istemeyi nasıl isterim? Ben
isteyemiyorum. Dilim söylese de içim titremiyor. Kendinden umudu kesmiş olmak
böyle bir şey mi? İnsanların hepsi bu söylediklerimi yaşıyor mu? Hayatlarının
herhangi bir döneminde? İstemek bile hadsizlik gibi geliyor bana. Toz
taneciğinde yaşayan küçücük mikroskobik varlık neden umursansın ki? Neden
umurunda olsun ki? O neyi bilirde ister? O, ne bilir ki? Ne zaman istemek
mevzusunu açsam kendime bunları söylüyor. Sonra insanlara bakıyorum.
Yaşamlarına, dünyayı tüketme şekillerine, söylediklerine, güldüklerine,
konuştuklarına. Bir hata olmalı. Bir yerde bir hata olmalı. Nasıl beceriyorlar
hiç yok olmayacak gibi mutlu olmayı? Ben nasıl farkındayım böylesi. Bu geçici
bir hal mi? ya geçer bende onlar gibi olursam. Belki de onlar gibiyim. Yarın erken
kalkmalıyım. Görüşmek istemediğim biriyle randevum var. Hayat ne tuhaf. Yani
hayatın bizi gördüğü, duyduğu yok ama yine de bunu demek insanı hafifletiyor.
Görüşmek istediğin, deliler gibi görmek istediğin insanı sonsuza kadar kaybedip
görüşmek istemediğin başka insanlarla görüşmek zorunda olman. Devam edebilmek
için buna ihtiyaç duymak. Kuruyemişin içinde sevdiğin yemişin çok çok çok az
kalmış olması gibi. Anlamsızlığa bu kadar anlam yükleyen de anlamlı şeyleri
anlamsızlaştırıp bir köşeye atan da benim. Ben, kimim? Düştüğü kuyudan çıkmaya
çalışan kafasının içinde kendiyle kavga eden insanları sevmeyen ve en çokta
kendine düşman olan kimine göre asi, kendine göre ucuz bir ruhum. Koşturan
insanlar görüyorum, trafikte bir saniye öne geçmek için birbirine korna çalıp,
kendilerinin olunca kutsal, önündeki arabadakinin olunca ana avrat küfredenler.
Çocukken okuldan eve belediye otobüsüyle dönerdim. Sıkışık insan dolu, ter
kokan, eylemsizlik hareketiyle birbirine çarpıp duran sessiz insanlara bakıp
içimden onlara bağırırdım. “ilk hangimiz ölecek? Bilen var mı?” diye sorar tahmin
etmeye çalışırdım. Sonra sıra bana gelirdi. Önce ben ölürsem derdim. Otobüsten
inince karşıdan karşıya geçerken bacaklarım titrerdi. Ölüm korkusunu ilk
bacaklarımda hissederdim. Ben hep mutsuzdum. Mutluluk nasıl bir şey aklıma
yatmazdı. Mutsuzlukta etime sürten bir bıçak gibi değildi. Sakindi. İnce bir
sızı olurdu içimde. Hep bir kaybetme korkusu. En çok annemi kaybetmekten
korkardım. Eve koşarak giderdim. Ölmeden önce yetişeyim isterdim. Gittiğimde
sağlıklı olduğunu görünce içimde çiçekler açardı. Annem anlamaz bana hep
kızardı. Çocuksuluğum ona dokunurdu. Belki de asla büyümeyecek olmamın korkusu
sarardı. Haklıydı. İçim hep çocuk kaldı. Büyümenin tatlı sancısı hiç sarmadı
beni. Ergenlik, yetişkinlik dikkatimi çekmedi. Beni hep çocukça mutsuzlukların
içinde çiçek açan küçük mutluluklar ilgilendirdi. Ben büyüdükçe çocukken
uzanamadığım mutluluklara uzanabildikçe sevindim. Mutlu oldum. Kısa sürdüler,
ama olsun. Böyle bir şeydi demek dedim. Sonra insanlara baktım. Sevinçleri
gereksiz geldi. Ya da asla uzanamayacağım şeyler olup çıktıkları için kendi
içimde küçümsedim. Evet, öyle yaptım. Bana uzak sevinçleri hep küçümsedim.
Böylelikle bastırıp yok etmesi kolay oluyordu. Yazmaya da çocukken başlamıştım.
Kendime masallar uydurmam gereken zamanlar oluyordu. Aklımın bir köşesinde
oyunlara dalmak iyi geliyordu. Sonrasında da bırakamadım. Bir hastalık gibi
içimden çıkıveriyordu. Yanımda hep küçük not defterleri taşımak zorundaydım.
Aklıma sürekli olur olmaz yerlerde şiirler gelirdi. Yazmazsam sonsuza kadar
kaybederdim onları. Sonra hani bir şarkı duyarsınız ama adı aklınıza gelmez,
mırıldanmaya çalışırsınız bulamazsınız, takılıp kalırsınız ya. İşte öyle bir
şey oluverirdi o mısralar bende. Yazmak kendimle dertleşmek gibiydi. Kendimi
bana cevap vermeyen defterlere dökmek, yaralarımı iyileştirirdi. Zamanın
benimle işi kalmazdı yazarken. Ne ben onu sorardım ne de o beni. Sadeleşmekti
yazmak. Ruhunun bir yerlerde kendi müziğinde dans etmesiydi. İşte böyle bir
zamanda başladı, evrene merakım da. Binlerce ışık yılı uzakta bir yerde
yaşamak, bir sabah uyandığında Satürn’ü dünyada bulmak, ağaçlarında çorap
yetişen tarlalar, kötü adamlardan kaçan kaktüs oğlanın bir fareye yem olması,
bunlar hep rüyalarımın bana sunduğu hayran kalarak izlediğim bilinçaltı
zırvalıklarımdı. Öyle sıkı sıkıya sarıldığım bir hayalim hiç olmadı. Olanlarda
ne kadar gerçek oldu. İstediğim mi oldu, olana mı razı oldum. Düşünmek bile
istemiyorum. Dünyadan vazgeçmiş olmayı diliyor bir tarafım, diğer tarafım sıradan
insanlar gibi mutlu olmayı denemeye çalışıyor. Sonra hepsi içimde bir
yorgunluğa dönüşüyor. Her şey yabancılaşıyor. Herkes çoktan başka bir gezegene
taşınmışta ben burada unutulmuşum hissine kapılıyorum. Gözlerimi ovalıyorum.
Hep aynı yerdeyim sanki. Yokluğun ortasında yokum. Varlığın ortasında hiçim.
Hiç olmak herkesin beceremeyeceği bir ayrıntı. Dünyada çok can yakıcı sorunlar
varken benim sürekli “buram uff oldu” diye geziyor olmam ne büyük şımarıklık
diyorum bazen. Kendimi öylesi küçümseyip ötekileştiriyorum ki. Sonra dünyayı
düşünüyorum. Toz taneciğisin sevgili dünya, kendini beğenmiş insanlık diyorum.
Biri bana neden değerli ve yaratılmaya layık görüldüğümüzü anlatmalı. Bak şu
yüzden demeli. Bir sürü sebepten ya da. Bende ikna olmalıyım. “aa bak ne
değerliyim” diye başım ve sırtım dik gezmeliyim. Sonra kim bilir değersiz bir
şeyler yapıp daha da değerli olduğumu düşünmeliyim. Ben neyim? Bilimsel olarak
bir açıklamam var. Etten ve kemikten yaratılmış, yok ortaya çıkarılmış
biyolojik bir varlığım. Varım. O yüzden sonsuza kadar saçmalayabilirim.
Bedelini ödedikçe tabii. Peki, ben bir çiçeğe dönüşebilir miyim? Ya da bir tost
makinası olur mu benden? Atomlarım sürekli kendini yenileyen bu dünyada farklı
şekilde buluşur mu? Saliselerden daha küçük birimler içinde. Kaybolabilir
miyim? Sonsuza dek evrendeki kara deliklerde gezebilir miyim? Gezsem
gördüklerime şaşırırım kesin. Ama şu an canım hiç gezmek istemiyor. Tek
istediğim uyumak, uyumak, uyumak. Bilinçaltımda yenidünyalar, acayip heyecanlı olaylar
keşfetmek. Sonrasında mutlu hissettiğim bir anda uyanmak. O gün tekrar gelecek
mi? mutlu olduğum o gün. Uykumda mutluyum, mutlu uyandım dediğim o gün. Gelecek
mi? bunun çaresi neden böylesi bir. Susmak. Burada susmak en iyisi. Ben iyi
değilim. Okyanusun ortasında kendi kendime yaşadığım derin çaresizlikle bir
sigara yakmak ve beynimin salgılayacağı “dur, iyisin” hissi yaratacak bir göz
kırpışa muhtacım. Bazı insanlar görüyorum. Onları yeni doğmuş gözleri henüz
açılmamış kedi yavrularına benzetiyorum. İnsanları seven var mı? Masum
hayvanlar dışında. Bir kap yemek, başını okşayacak kadar sevgi, sıcak bir yatak
için seven hayvanlar dışında? İnsanlar gerçekten insanları sever mi? yoksa
onlar bir arada oldukları için mi seviyormuş taklidi yaparlar. Bir insan
dünyada en fazla kaç can yakabilir. Kaç ölüme sebep olur. İçinde taşıdığı
cevherleri kendi kendine nasıl bitirir? Onlardan biri de ben miyim? Tüm
bunların bir cevabı vardır elbet. Bilen birini bulmalıyım. Ona sormalıyım.
Çünkü bu sorular aniden donup kalan heykellere dönüşüyor zihnimde. Zihnim tam
bir müze. Hayat bir zamanlar akmış, yaşanacaklar yaşanmışta kalıntıların
taşınıp alarmlarla, mesafelerle saklandığı bir yer olmuş gibi. Beni anlayan var
mı? Bu kuyuda sessizce kendimi mi delirteceğim. Kendimden kaçtıkça nefesim
tükeniyor, soluksuz kalıyorum. Bazı dakikalar hiç geçmiyor. Aklımın en büyük
hayal kırıklıklarını o dakikalarda yeniden tekrar tekrar yaşıyorum. Eylemler
gibi duygularda domino etkisi yaratıyor diyorum. Beni mahveden bu garip
duyguyla birlikte yaşamaya, anlaşmaya çalışıyorum. Bu kadar mutsuz olduğum için
kim daha çok mutlu oluyorsa ben onu kıskanıyorum. Bıktım kendimden. Senden,
dünyadan, hep bir cevap bekleyen insanlardan. Sabah erken kalkmaktan, işe
gitmekten, selam vermekten, öğlen yemek yemekten, akşam servisle eve dönmekten.
Diyet çorba gibi yaşamaktan. Uçup gitmek istiyorum. Kanatlarım olduğunu hayal
ediyorum sonra bir kuşun yerden gökyüzüne nasıl özgürce kanatlandığına hayran
hayran bakıyorum. Bazen kimsenin olmadığı ıssız yerlerde kuşları taklit
ediyorum ama ben uçamıyorum. Gökyüzü çok uzak. Ben çok küçüğüm. İnsan bilmiyor
ama çok acizler. Vazgeçtim dediği şeylerden kurtulamıyorlar.
BÖLÜM 2
Bu kadar uzun “ben”in ardından kim olduğumu merak etmiş
olabilirsiniz. Ben bozkırın ortasında yeşil ürpertici bir damarın içinde yüzyıllardır
sürüklenen birçok şehir görmüş, birçok insanla bakmadığı yerde göz göze gelmiş
bir taşım. Evet. Bir taş. Koyu yeşil rengimle yüzyıllardır sürüklendiğim nehrin
içerisinde tüm sivri yanlarımın törpülendiği dikdörtgen ve üçgen yüzeyleri olan
bir yüzeyi hafif dairesel bir taş. Aslında ben tek başıma da değilim. Benim
gibi üç arkadaş daha var yanımda. Birinin rengi kehribar damarlı, biri açık
yeşil düz bir yüzeyden oluşuyor, diğeri de işte o son parça. Sanki bizi aramaya
gelmiş gibi gözleri yerdegezen kızın hafif kırmızı olmalı diye aradığı ve kuru
nehirden uzaklaşırken gözüne takılan daha çok akik rengi bir kırmızı taş. Ben
ona akik diyorum. Akik’in bir tarafı insan dişini andırırken diğer yüzeyinin
hafif keskinliğine bakınca onun başka bir parçasının Kızılırmak’ta kaldığını
anlıyorum. Sormadım kendisine ama biraz içe kapanık, öfkeli. Neye karşı bu
öfkesi bilemiyorum. Biz; ben, kehribar, akik, yeşil hep bir aradayız. Çok şey
gördük. Yüzyıllardır... Nelere tanıklık etmedik ki. Irmağın deli gibi aktığı, genç
kızların çamaşır yıkadığı, yüzdüğü, banyo yaptığı, çobanların koyunlarını suladığı,
savaşta askerlerin endişeyle atlarında karşıya geçtiği, bir gelinin atın
huysuzlanmasıyla sularında can verdiği, barajla birlikte her geçen gün suyun
azalan debisine, her daim balık tutan balıkçılara, bir gece yarısı karanlığı
delen ışıkla içlerimizden bazılarını toplayıp götüren uzaylılara… sonra bu kız
geldi. Ben galiba burada toz haline dönüşene insanlık yok olana kadar buradayım
derken… Kız beni düşen bir parçasını yerden alır gibi alıp cebine atıverdi.
Şaşkındım. Bir taşı ne yapacak olabilirdi ki? Bir taşı eline alınca neden
bağrına basar gibi avucunun içinde sımsıkı tuttu ki? İlk defa kendimi merak
ettim. Nasıl göründüğümü? Kızın canı acıyor gibi bir hali var. Sanki kimseye
söyleyemediği ama her halinden belli olan bir can acısı. Yanındakilerden başka
bir âlemde gibi. Yalnız kaldığında içinden bir şeyler söylüyor. Bizi avucunda
sımsıkı tutup, bir şeyler diliyor gibi. Yüzyıllardır yaşadığım evimden
uzaklaşıyorum. Bir arabaya bindik o bizi giysisinin cebine koydu ve fermuarı
çekti. Güvende olduğumuz için içi rahat. Arada fermuarı açıp bizi avucuna
alıyor. İçinden bir şeyler söylüyor. Fısıltıyla. Duyamıyoruz. Galiba
söylediklerini yanındakilerin duymasından çekiniyor. Tüm dünyanın duymasından
hatta. Karmakarışık içi. Hissedebiliyorum. Çok üzgün olduğunu ve bizimle
teselli bulmaya çalıştığını anlıyorum. İnsanların yaşadığı ev denilen bir yere
geliyoruz az sonra. İçeri girdiğinde yaşlı, kilolu bir kadına sevinçle bizi gösteriyor.
Kadın bilge gözlerle kıza baktı. Yine mi taş topladın? Dedi. Bizleri eline
aldı, baktı. Kızın gözündeki sevinci kuşkuyla süzdü. Taşları kıza geri verdi.
Kız buruk bir neşeyle bizi tekrar giysisinin fermuarlı cebine attı. Onunla
yalnız kaldığımızda anlayacağız herhalde bize niye bu sevgiyle baktığını,
avucunda sımsıkı tutup içinden belli belirsiz ne geçirdiğini anlayamıyorum.
Diğerleri de benim gibi. İçimizde sürekli neden burada olduğumuz konusunda
tartışıyoruz.
Bölüm 3
Kız bugünlerde kafayı yemiş gibi bir deyim var insanların
kullandığı aynen öyle davranıyor. Bizi biri sanıyor. Evet, dördümüz ona göre
birini temsil ediyoruz. Gündüzleri hep avucunda, çalışırken masada, koltukta
otururken yanında, gece yastığının altında bizimle uyuyor. Bazen uyanıyor,
yastığının altında bizi arıyor. İçimizden birini bulamadığında ki bazen
yastığın altından aşağılara doğru kaydığımız vakitler oluyor o zaman kalp
çarpıntılarını uzaktan bile duyabiliyoruz. Tuhaf bir hapis hayatı yaşıyoruz.
Konforlu. Bir taş olarak sıcak bir ev kimsenin umurunda olmaz belki ama bir
insanın avucunun içinde olmak ilginç bir deneyim. Acı çeken, yalnızlığını
kimseyle paylaşmak istemeyen takıntılı bir kız bu. Adını daha yeni
öğrenebildik. Geçenlerde bizi iş yerine götürdü. Masanın üzerine kahve
kupasının yanına koydu. İşlerine daldı. Odaya kaba saba bir adam girdi. Herkese
selam verdikten sonra kızın masasına yöneldi. “Ooo Mai’de gelmiş.” Dedi. Sonra
bir hamlede akiki eline aldı. “ne güzelmiş rengi, kırmızı gibi”. Bizimkinin
kalp atışlarını yine duymaya başladık. Adama sanki taşı alıp gidecekmiş gibi
endişeli gözlerle bakmaya başladı. Hani başkasına bir şeyi önemsemiyor gibi
yaptığınız ancak içten içe deli gibi önemsediğiniz satranç taktikleri vardır ya
öyle bir ifadeyle “hı evet” dedi. Adam taşa baktı, bizimkine baktı. “gözünde
deliliğin parıltısını gördü.” Sonra yavaşça Akik’i aramıza bıraktı. Bizimki
derin bir nefes aldı. Çaktırmadan bizi toparlayıp cebine attı ve fermuarı
çekti. Kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz kim olabilirdik ki?
Nimet Pilavcı