26 Nisan 2024 Cuma

 

YUNUSUN VAROLUŞ SANCISI

Okyanusun dibinde olanlar çok canını sıkmıştı. Basıp gitme isteği yine bütün benliğini kaplamıştı. Ancak nereye gidecekti, ne yapacaktı, içindeki mutsuzluk kaçınılmazdı. Kalbinde büyüyen karamsarlık okyanustaki dev dalgalar gibi yükselmiş şu yeryüzündeki korkunç her yanı parlak, rezidans dedikleri dev yaratıklar boyuna erişmişti. Hem okyanus onun için güvenliydi. Gezegenin en sakin yeriydi belki de. Araştırmacı balinalara göre gezegeninde ömrü uzun değildi, öyleyse bile bu onu ilgilendirmezdi. Derin düşüncelere dalmış yüzerken sigarasını içebilmek için suyun yüzeyine doğru yüzmeye başladı. Hızlı bir hareketle suyun yüzeyine ulaştı. Gagasında tuttuğu sigarasının uzun bir süre kurumasını bekledi, bin bir uğraşıyla yaktı. Gözlerini kapattı, bir nefes çekti sigaradan. Sürekli konuşup duran iç sesini artık duymak istemiyordu. Bu sırada bir tiz bir cırıltıyla yerinden sıçradı. “Üfff, şu sigaranı söndürür müsün? Kokusu iğrenç!” Yunus balığı gözlerini açtı ve sesin sahibine merakla baktı. Kendini gökyüzünün sahibi hatta olduğu tüm alanın sahibi zanneden bir martıdan başkası değildi.  Suyun dibine dalmak istedi ama sigarasını yeni yakmıştı. Sigara bulmak zor işti. Suyun dibine dalacak bir izmarit bulacak sonra onu gagasıyla suyun yüzüne çıkaracak güneşte saatlerce kurusun diye bekleyecek kuruyunca bu seferde yanması için uğraşacak yakacak sonra bir nefeste ciğerlerine çekecekti. Bu sefer ki tam bitmemiş bir izmaritti. Biri bunu düşürmüş olmalı diye düşündü. Okyanusta hayat zordu. Ağzında sigarası suyun yüzünde birkaç yüzgeç öteye kadar gitti. Yanından neşeli bir yunus topluluğu geçti. Sigarasından bir nefes daha çekti ve dünyadaki bazı canlıların nasıl bu kadar umarsızca mutlu olmayı başarabildiğine şaşırıp kaldı. Öyle ki ona doğru yaklaşıp tepesine atılan ağı bile fark edemedi. Fark ettiğindeyse gökten başının üzerine bir ağın düştüğüydü. Balıkçılardan biri yakaladık, çekin diye bağırıyordu. Işıklarını yakmayı bir türlü beceremediği dünyasına üzülürken şimdi de özgürlüğünü kaybetmişti. Bir balıkçı teknesinde ağa dolanmış halde çırpınıyordu. Kimsenin umurunda değildi. Yunuslar çoktan uzaklaşmıştı. Martılardan da kime hayır gelirdi ki? Ağdan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Ağın içinde cebelleşirken bir ses duydu. “şşşh çok uğraşan gördük ama hiçbiri balık çorbası olmaktan kurtulamadı.” Yunus balığı sinirlenmişti “git başımdan manyak!” martı az önce gagasıyla tırnaklarının arasını temizlemeye koyulmuştu. “bence bu kadar asabi olma” yunus balığı ağın içinde kıvranırken martının rahat tavırlarına iyice sinir olmuştu. “ seni kontrol delisi leş yiyen! Defolup git artık” diyerek çırpınmaya devam etti. Martı bir anda uçup gitti. Yunus balığı martıdan geriye kalan esintide ardından bakakaldı. İçinde küçücük bir beklentinin oluştuğunu fark etti. Kendine kızdı sonra da kendini haklı göstermek için " ne de olsa insan âleminin elinden simit yiyor, belki beni de kurtaracak bir şey söyler" diye beklemem çok masumca. Ağların arasından kuyruğunu kurtarmaya çalışırken bir insanın ona doğru yaklaştığını fark etti. İnsan üzerine eğilip yüzgecine dokundu, sonra elini gagasına uzatıp ağız ve göz çevresini inceledi. "iyi iyi sağlam" yunus balığı "bana dokunamazsın, bıraak" diye çırpınırken "sağlıklı" olmasının sevindirici yanına bir anlam veremedi. Teknenin motoru çalıştı ve yattığı yerden sadece gökyüzünde hızla akan bulutları görerek yaklaşık bir saat yol aldılar. Yunus balığı ölümü düşünüyordu şimdi. Tek korkusu onu işkence ile öldürmeleriydi. Ya canlı canlı yüzgecini keserlerse ya da kafasına sopayla ölene kadar vururlarsa veya canlı canlı derisini yüzmeye çalışırlar mıydı? Hemen zihnini yokladı. Tüm bu korkularının güvenilir kaynağı kimdi? Çocukluğunda annesinin öğütleri geldi aklına. Neyse tüm bunlar çocuk korkutma saçmalıkları deyip derin bir nefes aldı. Nihayetinde bir gün ölecekti. O da bugündü. Sahile geldiklerinde zarar vermeden taşıyacak korunaklı bir aracın özellikle onun için geldiğini duyunca saçma bir şekilde kendini önemli hissetti. Tekneden araca taşınırken en artist haliyle durdu. Etraftan gelen "gayet güzel bir yunus" sözleriyle biraz daha şımardı. Daha sonra birkaç el onu karanlık suyun içine bırakıp kapağı bırakınca bağırmaya başladı. "heeey benim karanlık fobim var" bir anda yine panik havası tüm bedenini kapladı ve beyni son bir saatte olanlardan hazırladığı filmi aklına bırakıverdi. Öylece boşlukta hissediyordu kendini, yapacak bir şey var mıydı? Ya da yapsa işe yarar mıydı? Bildiği basıp gitmek istediği okyanustan kilometrelerce uzaklaştığıydı. Öleceğini düşünmek kalp çarpıntısından başka işe yaramıyordu. Aptal martı diye söylendi. Sigaranın niye zararlı bir alışkanlık olduğunu anlıyorum, yaşamak için bir şansım daha olsa diye içinden geçirirken araç durdu. Kapak açıldı ve ışık suyu aydınlattı. Ona yaklaşan insan "gel buraya güzel yunus" diyip onu yakaladı ve genişliği 41 metre yüksekliği 17 metre olan bir akvaryumun içine bırakıverdi. Yunus şaşkındı. Birçok türden balık etrafına toplandı. İçlerinden gözlüklü, seyrek bıyıklı, yüzgeci beneklerle kaplı yüzünde sevimli, salak bir ifade olan kedi balığı "akvaryuma hoş geldin" dedi. Yunus balığı şaşkındı. "akvaryum demek haaa!, deniz, göl hatta nehri bile duydum ama akvaryumu duymadım"  arkadan gelen muuckk sesiyle tüm balıklar irkildi. Birkaç tanesi homurdanarak çöpçü balığına söylendi. "heey vazgeç artık şu cam duvarları yalamaktan" Çöpçü balığı üzgündü, kaşları düşük, gözleri kısık ve düşünceli bir ifadeyle "napiim dudaklarımı cama yapıştırıp gözlerimi kapatınca onun geri gelip beni camdan öpeceğini düşünüyorum." diğer balıklar çöpçü balığın melankolik halinden bıkmıştı, birden ortamı saran hüzün herkesin dağılmasına sebep oldu. Yunus balığı "heey akvaryum okyanustan büyük mü küçük mü? onu soracaktım" bu son cümleyle komik bir kahkaha sesi duydu. Ahtapot konuşurken sanki sevimli müzikler çalan bir orkestra ona eşlik ediyordu. "hiaahahihaa buranın okyanustan büyük olduğunu düşünen tek... teeeek" yunus balığı " tek ne?" ahtapot "tek şey, şey sensin" Yunus balığı ahtapotun ona şey diye seslenmesine bozuldu. "benim bi adım var" ahtapot "bunu tanışırken söylemeliydin, o yüzden artık senin adın şey" yunus balığı " hayır benim adım Gaerri" küçük ahtapot sanki restoranda sipariş ettiği yemeği sevmemiş gibi bir ifadeyle "hım sevmedim senin adın bundan sonra şey" dedi ve tüm akvaryuma duyuracak gür sesle "bu iri kıyımın adı şey" diye bağırdı. Herkes bir an akvaryumun içinde amaçsızca gezmeyi, yemek yemeyi, uyumayı bırakarak birkaç saniye dona kaldı. Kedi balığı birden bağırmaya başladı. " o geldi, yıllardır beklediğimiz, o" bu sözlerin üzerine tüm balıklar akvaryumun için yunus balığının etrafında toplandılar. Sakin vatoz "ben anlamıştım" dedi diğer bir grup küçük sim balıkları koro şeklinde "bizde hissettik" ahtapot "akşam herkes gidip, ışıklar kapanınca bunu kutlamalıyız" yunus balığı şaşkın "kimden bahsediyorsunuz ben kurtarıcı değilim" ahtapot yavaşça yunus balığına yaklaştı "şşt sakin ol, kurtarıcı bilmez kurtarıcı olduğunu" yunus balığı "hepsi senin yüzünden" ahtapot, yunus balığına iyice yaklaştı ve fısıldayarak "birinin bizi kurtarması lazım" ve daha sonra diğer balıklara seslendi. "şey uzun yoldan geldiği için yorgun, akşama kadar biraz dinlenmek istiyor" tüm balıklar yavaşça yunus balığının etrafından dağıldı. Ahtapot, Yunusa "beni takip et" dedi. Yunus balığı etrafı izleyerek ahtapotu takibe koyuldu. Akvaryumun içinde insanların onları göremeyeceği bir alana geldiler. Balıkların ilgilenmeyeceği ağaca benzeyen yosun kaplı büyük bir taşın dibine iyice sokulan ahtapot “burada bizi kimse göremez” dedi. Yunus balığı “insanlarında bizi gibi çıplak olduklarını sanıyordum” ahtapot “haa yok onlar şanslılar sürekli değişen yüzgeçleri var.” Dedi. Yunus balığı”aslında yüzgece benzemiyor, çaputumsu bir şey” dedi. Ahtapot şaşkın şaşkın yunus balığına baktı ve “anlamıştım sen bizim kurtarıcımızsın, şu göklerden beklenen sensin işte.” Dedi. Yunus balığı “şeyy aslında ben kendinden bile bıkmış bir zavallıyım.” Ahtapot “hayır, sen bizim yüce kurtarıcımızsın.” Senin adın artık Yüce Kurtarıcı. Akşam bizi bu cam kaplı dört duvardan nasıl çıkaracağını anlatsan iyi olur. Yoksa tüm balıklar teker teker intihar edecekler. Yunus Balığı panikledi. “anlamıyorsun galiba ben okyanusta yaşıyordum, beni zorla yakalayıp buraya getirdiler.” Ahtapot derin bir iç çekti. “okyanus nasıl? Eskisi gibi güzel mi?” Yunus Balığı “yok ya çok sıkıcı iyi bozdular. Suyun dibi bile ılık artık.” Ahtapot, “iyi de suyun dibi yok ki” Yunus balığı “aaa tabi siz belli bi noktaya kadar inebiliyorsunuz değil mi?” Ahtapot, bozuk bir ifadeyle “her neyse sen bizi nasıl kurtaracaksın? İyice düşünüp planladın mı? “Bu sırada yüzgecine ayna yapışmış mor ve mavi renkli uzun kirpikli bir balık yanlarına yaklaştı. “Biraz burada saklanabilir miyim?” ikisi de şaşkınlıkla “kimden?” diye sordu. Güzel balık “ışık ve sesten” diye cevap verip taşın deliklerinden birine giriverdi. Ahtapot “her neyse akşam planı açıkla Yüce Kurtarıcı, bizi yeniden okyanusa götür. Şimdi gidip insanları etkilemek için birkaç böcek yemem gerekiyor.” Yunus balığı gittikçe uzaklaşan sesin ardından şaşkınca bakakaldı. Okyanusta da bu kadar alanda yaşıyordu zaten dönüp ne yapacak acaba diye içlendi. Belki orada bir köpek balığına yemek olmak daha heyecan vericidir. Sonuçta burada kimsenin ahtapot yiyesi gelmiyor olabilir. Güvenli alan dedi. Gövdesini kum sandığı şeye sürttü ve karnında bir acı hissetti. “aaaohf her şeyin yapay olduğu okyanustan gerçek yapay dünyaya geldim galiba” dedi. İnsanların aralarında bu cam duvarlar varken ne kadar sevimli olduklarını düşündü. Üstelik sürekli değişiyorlar da sürekli aynı yüzlerle bakışmıyorum.” Yunus balığı tüm bu olanları düşünerek uykuya daldı. Uzun bir gün olmuştu. Üstelik akşam onu Peygamber ilan edeceklerdi, dinç olmalıydı. Kimse yorgun bir peygambere biat etmek istemezdi, en azından ben istemem dedi ve uykuya daldı. Rüyasında pembe bir yunus balığı onu takip etmesini söylüyordu. Pembe yunusun peşinden neşeyle giderken onlara yaklaşan koyu siyah bir hortum yunus balığını yeryüzüne fırlattı, yunus balığı karada nefes alamıyorum, boğuluyorum derken ter içinde uyandı. Ortalık karanlıktı. Avm kapanmış insanlar gitmişti. Kedi balığı, çöpçü balığı, ahtapot yunus balığının etrafında toplanmıştı. Yunus balığı içinde bıkkın bir yalnızlık hissetti. Onları tanımıyordu ve beklentileri çok yüksekti. Çöpçü balığı, kedi balığında fısıltıyla “önce bir kutlama yapsaydık hemen işe koyulmasına gerek yoktu”  Kedi balığı, “bir kurtarıcının kutlamayla işi olmaz, baksana ne kadar büyük” Çöpçü “yanlış düşünüyorsun Minyav, duygularla vücut kitle endeksinin bir bağı yoktur.” Minyav, “sen öyle zannet, duygusalken daha çok yemek yenir, burada bizi yapay besliyorlar o yüzden yemek mutlu etmiyor” ahtapot Pingi, vantuzlarını birbirine yapıştırıp çekerek çıkarttığı sesle araya girdi. “Evet, Yüce Kurtarıcı huzurunda ilk oturumu açıyorum. Şimdi hepiniz, mavi sonsuz okyanus adına yemin etmelisiniz. ”Yüce kurtarıcının söylediği her şeyi sorgulamadan yapacağımıza, ona hep inanacağımıza mavi sonsuz okyanus adına yemin ederiz.”

 Yunus balığı araya girdi. “Merhabalar ama ben de sizin gibi bir balığım, tamam türüm memeli grubuna girebilir ama ne de olsa aynı suyun içinde yaşıyoruz. Benim kurtarıcı olduğumu nerden çıkardınız?” bu sırada taşın içinden dışarı fırlayan Mavili morlu balık lafa girdi. “çünkü sen insanların yüzgeçlerinin olmadığını çaput diye bir şey giydiklerini bilen ilk balıksın.” Bu sırada bir uğultu çıktı ve tüm balıklar bu duruma şaşırdı. “nasıl? Yüzgeçleri yok mu şimdi? Üzerlerindeki şeyleri değiştirebiliyorlar mı? Minya “sabah olsa da iyice baksam, belki o da geliyor hep ama başka renk olduğu için göremiyorum?” Pingi’nin vantuz sesi herkesi susturdu. “Gördüğünüz gibi o yüce kurtarıcı, onun planını uygulayıp bu cam duvarlı yerden kurtulacağız.” Yunus balığı bu delilerin arasında ne işim var diyordu. Okyanusta en azından herkesten kaçabiliyordum, bunlardan kaçamam da diye iyice dertlendi. Üstelik canı acayip sigara çekmişti. Tüm balıkları susturarak söze girdi. “Sizi okyanusa geri götüreceğim, bunu psişik güçlerle yapacağım, o yüzden beni asla sorgulamayacaksınız.” Pingi duyduklarından memnun bir ifadeyle “asla, ne dersen o!” yunus balığı ilk defa kendini dikkate alan bir topluluk bulmuş olmanın mutluluğuyla belki aradığım yer burasıydı diye düşündü.

AKVARYUMDA 2. GÜN

Ertesi sabah balıklar her zamankinden daha neşeli güne başlamışlardı. Sabah erken saatlerde akvaryuma yapışık âşık olduğu insanı bekleyen çöpçü balığı bile daha çekilir geliyordu. Çöpçü balığı bir kara kızına aşık olmuştu ve ona göre duyguları karşılıklıydı. Kız ona çok güzel bakmış, onunla selfie çekilmiş ve aralarında cam olmasına aldırmadan yanağını okşamıştı. O güzel deniz dalgasına benzeyen kumral saçları, gözleri okyanus kız yine gelecekti, biliyordu. Diğer balıklar bu hikâyeyi yüzyedi kez dinlemişti ama Yüce Kurtarıcı ilk defa dinliyordu. Ne kadar romantikti. Yunus balığı içinden varlıklar ve duyguları ayrılmaz birer parça diye sayıkladı. Çöpçü balığı varlıkları algılayamadı hafızasında yer kalmamıştı. Sadece “ne?” demekle yetindi. Yunus Balığı “boşver iyi ya da kötü hissedebilmek güzel şey” Çöpçü balığı anlam veremediğini gösteren bir mimikle bakakaldı. Pingi kollarında ilginç bir makinayla Yüce Kurtarıcı’nın yanına geldi. “önemli bir şey buldum, işe yarar mı? Yüce Kurtarıcı ciddiyetini takınarak ilgiyle Pingi’nin kollarıyla sıkı sıkı sardığı “şeye” baktı. “Bu bir iletişim aracı.” Çöpçü hayretle “nereyle?” Pingi ilk defa Çöpçü balığın sorusunu beğenmişti. Yüce Kurtarıcı “her yerle, elinde bundan olan herkesle” Pingi ve Çöpçü heyecanlandı “okyanusla bile mi?” Yüce Kurtarıcı çok gizemli bir cevap verircesine fısıltıyla “evet okyanusla bile” Pingi bunu bir işaret olarak yorumlarken Yüce Kurtarıcı bu telefon denen aleti taşıma görevini Pingi’ye verdi. “ee çalarsa da panik yapmadan sakince konuş, gelen mesajlar bizim geleceğimiz için çok önemli” Pingi tüm ciddiyetiyle Yüce Kurtarıcının daima haberdar olacağını belirtti. Bu sırada etrafı bir gurultu sesi sardı. Yüksek titreşimler yayan bu gurultu Yüce Kurtarıcının midesinden geliyordu. İnsanlar sabah erkenden yemek alanına her zamankinden çok daha fazla yemek bırakmıştı. Bu seferki yemek epeyce lezzetliydi. Pingi “aaa demeyi unuttum. Yemek alanında enfes şeyler var gidip bir bakın.” Çöpçü “ben aç değilim, onu bekleyeceğim” Pingi bıkkınlıkla “yine mi?” Yüce Kurtarıcı çoktan yemek alanına doğru yola koyulmuştu bile. İçinden umarım ahtapot soslu somon balığı vardır diyordu. Zihninde enfes ahtapot yemekleri hayal ederken birden yanında elindeki telefona sımsıkı sarılmış ona yetişmek için nefes bile almadan ciddi ciddi yüzen Pingi belirdi. Yunus balığı önce düşüncelerinden utandı sonra bunun normal olduğunu düşündü çünkü o bir etçildi ve doğası gereği bir ahtapotu yemek olarak hayal edebilirdi. Sonra da bu okyanusa gitme işinden nasıl kurtulacağını düşünüp iyice acıktı. Çok sinirlenirsem Pingi’yi yerim suçu da insanlara atarım, olur biter dedi. Yemeklerini afiyetle yedikten sonra Pingi, Yüce kurtarıcıya, seni bize katılmak isteyen bir aileyle tanıştırmak istiyorum dedi. Yüce Kurtarıcı “ailecek mi? okyanusa gitmek istiyorlar. Bak sayı sınırlı olmalı, öyle herkesi götüremeyiz. Pingi “merak etmeee bunlar çekirdek aile.” Yüce Kurtarıcı “saçmalama balık aileleri en az 500 kişiden oluşur nerenin çekirdeği bu” Pingi “bunların bir kısmını yanlışlıkla yemişler.” Yüce Kurtarıcı “nasıl olduğunu inan merak etmiyorum, kaç kişiler?” Pingi “yedi” Yüce kurtacı ”anladık yemişler” Pingi “hayır, yedi” Yüce Kurtarıcı “al işte!”

Balık ailesi akvaryumdaki diğer canlılar kadar ilginçti. Baba balık “merhaba, ben 1741 türlerimiz tehlikede akvaryumda kalırsak sonumuz gelecek oysa biz çok üstün ve evrim geçiren bir türdeniz ve bu yüzden bir an önce okyanusa ulaşmamız gerek” Yüce Kurtarıcı “adın ilginçmiş doğrusu” 1741 “evet aslında bu sayı 10 basamaklı ama biz hep son dört basamağı kullanırız, gizlilikten dolayı”   Yunus balığı hepsinin özenle seçilip buraya yerleştirildiğini düşündü ya da suya bir şey katıyorlardı. Bu alıştıkları ve her gün kurtulmayı düşünerek sürdürdükleri yaşama neşeyle yaklaşmaları tuhaftı. Belki de küçük canlılar oldukları için normaldi. Bir yunus sürüsü olsa buraya sığmazdı. Yunuslar doyasıya yüzmek yeryüzünü görmek neşeyle balık avlamak isterdi. Oysa bu küçük canlılar zavallılar, ona Yüce Kurtarıcı diyorlardı. Oysa içlerinden bazılarını deli gibi yemek istiyordu. Mesela şu balık ailesinin yavruları nasıl da taze parlak yüzgeçleri vardı. Kim bilir ne lezzetliydiler? Akvaryumda olmasının sorumlulukları vardı. Onları yemek yerine okyanusa götürmeye söz vermişti.

Günler böyle geçerken, yunus balığı okyanusu özlemeye başlamıştı. Etrafında ondan mucize bekleyen canlılardan bazen kaçmaya çalışsa da burası sınırlı alandı. Suyun içinde boğulduğunu hissediyordu. Bu boğulmak hissi içten içe etrafındaki küçük canlılardan nefret etmesine sebep olmaya başlamıştı. Yine bu dünyaya ait olmadığını düşünmeye başlamıştı. Kendini okyanustan dışarı bir kara parçasına suya dönemeyecek kadar uzağa fırlatıp intihar etseydi şu an bunları düşünmüyor olacaktı. Artık yapamazdı. Akvaryumdaydı. İnsanlar ondan ölme özgürlüğünü bile almıştı. Tutsaktı. Bütün bu akvaryum hepsi suçsuz tutsaklarla doluydu. Kurtulmak istemeleri de normaldi. Bu insanlığın yaptığı haksızlıktı. Kendini tüm canlılardan üstün gören insan. Birkaç dakikalığına mutlu olabilmek için onları buraya tıkmıştı. Pingi, Yüce Kurtarıcının yanına geldi. “balık ailesi bir plan olup olmadığını soruyor” Yüce kurtarıcı “plan bitmek üzere yarın akşam herkesi aynı yerde topla” Pingi’nin kollarının arasında sımsıkı tuttuğu telefon ısrarla çalmaya başladı. Yunus balığı şaşkınlıkla Pingi’nin kollarından biriyle telefonu açışını izledi. Telefondaki ses uygun fiyatlı bir internet paketi kampanyası satmaya çalışıyordu. Pingi sinirli bir ses tonuyla “günlerdir hayır istemiyorum diyorum, neden anlamıyorsunuz şu an önemli bir toplantıdayım üstelik” Yunus balığı bu küçük pembe canlının nasıl bu kadar sinirlenebildiğine şaşırdı. Hışımla telefonu kapatan Pingi, “durmadan arıyorlar internet paketi, kredi kartı derken oyunculuk ajansları da aramaya başladı.” Yüce Kurtarıcı “neden o telefonu akvaryumun derinliklerine bırakmıyorsun?” Pingi “ nasıl? Ama ya okyanustan ararlarsa” Yüce Kurtarıcı alaylı bir gülümsemeyle “Pingi balıklar telefon kullanmaz!” Pingi “ nasıl? Ben de sanmıştım ki!” Yüce Kurtarıcı “ ben seni denemiştim sadece”

Pingi şaşkın bezgin bir ifadeyle elindeki telefona baktı. “çok anlam yüklemişim” Yüce Kurtarıcı bunu tam olarak neye söylediğini önemsemeden devam etti. “balıklar frekansla iletişim kurar ve okyanusta yaşayan yaşlı dev balina bana buradan nasıl çıkacağımızı bildirdi.” Pingi “yaşlı, dev mi?” Yüce Kurtarıcı “evet, bu akvaryum büyüklüğünde, okyanusta attığı taklalar yüzünden kaç gemi battı bir bilsen?” Pingi “işte bu yüzden hep dev olmak istemişimdir, güçlü olduğunda yaptıklarından dolayı kimse seni sorgulayamaz.” Yüce Kurtarıcı “evet, daha da kötüsü yanlışlarında bile bir mantık arar dururlar.” Pingi “ onlar sessizce mantık ararken sen hem güçlenir hem kötüleşirsin” Yüce Kurtarıcı “ biliyor musun Pingi okyanusta senin gibi bilge ve iyi niyetli biriyle karşılaşmadım” Pingi duyduğu sözlerin özgüveniyle kamburunu düzeltir. “teşekkürler, Yüce Kurtarıcı. Ben de senin gibi beni anlayacak biriyle daha önce hiç karşılaşmadım. Bizim aile dikkat çekici renklere sahip olduğundan hep kolay yemdi.” Yüce Kurtarıcı “açık konuşayım çok ta lezzetlisiniz” Pingi korkuyla Yüce Kurtarıcıdan uzaklaşır. Yüce Kurtarıcı “neyse akşam ışıklar kapanınca herkesi buraya çağır.”

AKVARYUMDA 3. GÜN

Sakin vatoz, çöpçü balığıyla birlikte insanları eğlendirmektedir. Çöpçü balığı yine cama yapışmıştır. Vatoz da cama yapışan çöpçü balığına kuyruğuyla bıyık yapar. Akvaryumun önündeki insanlar onların fotoğrafını ve videosunu çekmektedir. Bu arada çöpçü balığının dikkatini dağıtan bir şey olur. Kara kızını yeniden görür. Kızı gören çöpçü balığı heyecanla onun olduğu tarafa kayar, kız cama yaklaşıp çöpçü balığını sever ve yine selfie çeker. Çöpçü balığı çok mutludur sanki dalgalarla dans etmektedir, beklediği geri dönmüştür. Ona akvaryumun dibinden bir çiçek getirmek aklına gelir ve camdan uzaklaşarak derinlere dalar. Çöpçü balığı akvaryumun dibindeki en renkli, en dikkat çeken çiçeği arar ama akvaryumda hiç çiçek yoktur. Akvaryumun dibi yapay bitkiler ve renkli taşlarla doludur. Çöpçü balığı bitkilerden birinin yaprağını dişleriyle kopartmaya çalışırken çok vakit kaybettiğini belki de kara kızı gitmeden ona yetişmesi gerektiğini düşünür. Ondan ayrıyken zamanın ölçüsüz hissettirmesine sinirlenir ve otu tüm hırsıyla çeker. Ot kökleri olmadığı için yapıştırıldığı gövdeyle birlikte yerinden fırlayıp çıkar. Çöpçü balığı ağzında tuttuğu parçayla tüm akvaryumu yüzer. Otun gövdesine çarpan balıklar çöpçü balığına söylenir. Ot, ona göre o kadar ağırdır ki birkaç dişini çekerken kırmıştır. Artık gülümserken ön dişlerinin olmayacağını düşünür bu yüzden ya kara kızı onu sevmezse çirkin bulur, vatozu severse diye endişelenir ve yüzmeye devam eder. Akvaryumun camına iyi yaklaştığında vatozun başka insanlara gariplikler yaptığını görür. Vatoz cama yapışmış, çişini yapmaktadır. Suya dağıldığında fark edilen çişte insanların ilgisini çekmiştir. Vatozun fotoğraflarını çekmektedirler. Çöpçü balığı, vatoza yaklaşır ağzında tuttuğu ottan dolayı ne dediği anlaşılmaz şekilde kara kızını sorar. Vatoz, kameralara poz vermeye odaklanmıştır, çöpçü balığını duymaz. Çöpçü balığı sinirlenir ve elinde tuttuğu otun gövdesiyle vatozun kafasına vurur. Çöpçü balığından gelen darbeyle gerçek dünyaya dönen vatoz, onu kovalamaya başlar. Vatozdan kaçan çöpçü balığı, dans eden yıldızların fotoğrafını çeken kara kızını görür. Kara kızını görünce ağzındaki otla cama yapışır, otun gövdesi yıldızları savurur ve hepsi dağılır. Kara kızının yüzü buruşur. Çektiği video güzel olmamıştır. Çöpçü balığı onu görmenin mutluluğuyla kırık dişlerle cama yapışır, akvaryumun camı kan olmuştur. Ağzındaki otla başını sallar, otu göstermeye çalışmaktadır. Kara kızı, balığı asık yüzlü anlamsız bir ifadeyle onu izlerken vatoz gelir. “işte buldum, aptal seni!” çöpçü balığını kuyruğundan tutup, cama doğru başını çarpar, çöpçü balığından tepki alamadıkça sinirlenir daha çok çarpar bu arada kara kızı telefonunu çıkarmış heyecanla vatozun, çöpçü balığını öldürüşünü çekmektedir. Çöpçü balığı kara kızının tekrar gülümsediğini görünce gözünü camdan ayırmaz. Vatoz, çöpçü balığını şiddetli bir biçimde cama çarpmaya devam eder ve gözleri yerinden fırlayan çöpçü balığı artık hareketsizdir. Kara kızı harika bir an yakaladığı için mutludur, çöpçü balığının öldürülüşünün videosunu sonuna kadar çekmiştir. Her şey bittikten sonra vatoz kendine gelir ve çöpçü balığını öldürmüş olmanın vicdan azabını bir anda dökülen sonbahar yaprakları gibi içinde hissetmeye başlar. Gözlerini kapatıp açar ve her şey gerçektir. Çöpçü balığı akvaryumun dibindedir. Olanları gören diğer balıklar korkuyla vatozdan uzaklaşırlar. Pingi, vatoza korkuyla yaklaşır ve “ne yaptın sen!” diye bağırır. Vatoz “ ben… bir anda oldu, çok üzgünüm” Pingi “ okyanusa gitmemize çok az kalmıştı, neden sakin kalamadın ki” Vatoz üzgün ve suçlu bir biçimde akvaryumun karanlık bir noktasına doğru kendini bırakır. Pingi’nin yanına gelen Kedi balığı “ona bir cenaze töreni yapmalıyız, bunu hak etti.” Pingi “önce parçalarını toplayalım” Her ikisi de aynı anda akvaryumun dibinde yatan gözleri olmayan zavallı çöpçü balığına bakarlar. Kedi balığı “hayat çok boktan, o kara kızı için ölürken kız onun öldürülüşünü çekti, yüzündeki ifadeyi görseydin” Pingi araya girer “gördüm, harika bir doğa olayını izliyor gibiydi” Kedi balığı “üzülmedi bile gülümsüyordu” Pingi “ galiba insanlar bizim gibi değil” Kedi balığı “bizi etkileyen kötü şeyler onları etkilemiyor” Pingi ve Kedi balığı akvaryumun dibinde Çöpçü balığını gözlerini aramaktadırlar. Yıldızlardan birisi onlara “zavallının gözleriyle çocuklar top oynuyorlar” diyerek uzaktaki balık yavrularını işaret etti. Pingi onları hemen tanıdı bunlar 1741’in yavrularıydılar. Pingi bir zamanlar çöpçü balığının duygularını yansıtan korneanın bir o tarafa bir bu tarafa çarpışını üzüntüyle izledi. Kedi balığı “çocuklar acaba aptal mı?” Pingi “neden?” Çöpçü Balığı “ baksana yani bunun göz olduğunun farkında değiller mi?” Pingi “farkındalar ama hoşlarına gidiyor” Kedi balığı “mide bulandırıcı tatta saçma bir düşünce” Pingi çocuklara yaklaşır ve oynadıkları gözü onlardan almaya çalışır. Çocuklar inatla Pingi’ye karşı çıkar ve gözü daha uzağa fırlatıp Pingi’den uzaklaşırlar. Pingi vantuzlarıyla sarmaladığı telefonla birlikte çocukların peşinden gider. Kedi balığı bir korneanın peşinden koşan pembe küçük ahtapotu izlerken dona kalır. Kedi Balığı “bunların babası nerede?”  Yosunların dibinde eşiyle cilveleşen 1741’i görür. 1741 “hadi, buraya gel!” eşi 1741’den kaçmakta “olmaz yeni yavrular için okyanusa gidene kadar beklemeliyiz” 1741 eşinin peşinden koşarken “merak etme yakında gideceğiz.” 1741 eşini yosunların dibinde yakalar ve tam öpecekken Kedi balığının sesi duyulur. “ öhüüm sizin minik yavrular arkadaşımızın gözüyle top oynuyor üstelik Pingi söylediği halde korneayla birlikte onu da peşlerinden koşturuyorlar” 1741 “arkadaşınızın gözü neden gözünde değil” Kedi balığı “gözü sence neden yerinde değil, öldüğünden olabilir mi?” 1741 ciddileşir ve Kedi balığının peşine takılır. İlerde kayalıkların ardında çocukların korneayı bir o yana bir bu yana attığı Pingi’nin de yakalamaya çalıştığını görürler. 1741 çocuklarına seslenir. “1752, 1767, 1793 size ben ne dedim!” babalarının sesiyle irkilen çocuklar donup kalır. 1741 devam eder. “ böyle hayvan leşleriyle oynamayacaksınız diye uyarmadım mı?” 1741, Pingi’den özür diler ve tiksinerek korneayı ona doğru iter. Pingi korneayı kollarından biriyle tutar. 1741 “en pahalı, en kaliteli oyuncakları alıyorum nerede böyle leş bir şey var onunla oynuyorlar” Kedi balığı “leş mi? pahalı derken?” 1741 “ siz bilmezsiniz 3. Sınıf enflasyon sorunu olan ülkelerin sık kullandığı bir ekonomi terimi” Pingi “bu akşam çöpçü balığına cenaze töreni yapacağız, maalesef kendisini kaybettik.” 1741 “e, o kadar cama yapışınca patladı galiba”  Pingi, 1741’in söylediklerine karşılık vermek istemeyerek “hayır başka şekilde” 1741 “neyse çok üzüldüm, kimsesizdi zaten, akşam törende görüşürüz” 1741 çocuklara döner “cezalısınız 3 gün yosunların dibinden bir yere ayrılmak yok ayrıca yeni oyuncaklarla oynamakta yasak” diye söylenerek peşine takar ve yosunların dibine doğru yüzerler. Pingi ve Kedi balığı arkalarından baka kalır. Pingi “Yüce Kurtarıcıya olanları anlatmamız gerekiyor” bu sırada telefon çalmaya başlar Pingi gözü kedi balığına doğru atar ve telefonu açar. “ merhaba, şlmk banktan arıyorum size özel harcadıkça kazandıran kredi kartımızdan bahsetmemi ister misiniz?” Pingi “ istemeyiz!” diye bağırır ve telefonu kapatır. Kedi balığı şaşkındır. “o şeyle konuşmayı nasıl öğrendin?” Pingi “bilmem, mantık yürüttüm galiba” Kedi balığı, Pingi’yi süzer. Pingi “hadi Yüce Kurtarıcıyı bulalım da olanları anlatalım, Sakin Vatoz yine yaptı yapacağını” Kedi balığı “psikolojisi bozuk” Pingi “kaç kişi daha onun çocukluk travmalarının kurbanı olacak buradan bir an önce gitmeliyiz.” Kedi balığı “imkânsız geliyor bu bana” Pingi “şşştt şimdi çarpılacaksın!” Kedi balığı “bir yunus balığı tarafından mı?”  

Yunus balığı güzel bir ziyafet çekmiştir. Üzerine bir sigara içemediği için yine de kendini tam anlamıyla tatmin olmuş hissetmez. Mavi mor uzaktan yunus balığını izlemektedir. Yunus balığı gözlerini kapatmış okyanusta geçirdiği güzel günleri hayal ediyordur. Uzaktan mutlu ama çirkin gözükmektedir. Burnundan dolayı yan profilden görünüşünü hiçbir zaman beğenmemiştir. Gözlerini açtığında sudaki yansımasına bakıp bunları düşünür. Pingi ve Kedi balığı ona doğru yaklaşır “Yüce Kurtarıcı olanları bir bilseniz! Ah zavallı çöpçü balığı” Yüce Kurtarıcı “o elindeki kornea mı?” Pingi “evet, Sakin vatoz onu öldürdü?” Kedi balığı “Çöpçü balığı artık yok” Yüce Kurtarıcı “ne”  buradaki en safça duygulara sahip canlı nasıl olurda ölür. Burası okyanus bile değil, küçük saçma bir akvaryum. Yüce Kurtarıcı “nasıl öldürdü?” Pingi “kendini kaybetmiş işte cama kafasını çarpa çarpa” Kedi Balığı “hepsi o kara kızı yüzünden” Pingi “ona bir tören yapmalıyız.” Yüce Kurtarıcı “ceset nerede?” Kedi balığı cam tarafında sazlıkların dibine takıldı. Yüce Kurtarıcı “suyun yüzeyine doğru çıkmadan onunla vedalaşmalıyız.” Gün bitmiştir. Akşam olmuş herkes dağılmış balıklar kendi gerçekleriyle baş başa kalmıştır. Çöpçü balığı bir taşa sıkı sıkı bağlanmış, tüm balıklar çevresinde bir daire oluşturmuş ona iyi dileklerde bulunurlar. Ardından Yüce Kurtarıcı gagasıyla otu çözer ve Çöpçü balığı akvaryumun üstüne doğru yükselir. Çöpçü balığı yükselirken onun dün ki konuşmalarda okyanusla ilgili söylediklerini anımsarlar. Pingi “kara kızıyla okyanusa gitmeyi düşünecek kadar saftı.” Kedi balığı “hep kendi halindeydi, cama yapışıp kara kızını hayal ederdi.” 1741 “sanırım bu kız sonu oldu.” 1741 çocuklarına döner. “sakın böyle saçma söylemlerle karşıma çıkmayın, hayallerinizde gerçekliğin ölçüsü olsun” Mavi mor “ ne vizyoner bir ebeveyn” 1741 “Sayın Yüce Kurtarıcı acaba okyanus yolculuğumuz ne zaman başlar?” Yüce Kurtarıcı “siz farkında değilsiniz ama başladı bile” Pingi şaşkınca etrafına bakar. Yüce Kurtarıcı “okyanusa gitmeyi neden istiyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?” 1741 “evet, daha çok çoğalabilmek için burada sayımız kontrol altında tutuluyor ben evlatlarımı kimse yesin istemiyorum” Pingi “atalarımız okyanusta yaşardı, bizimde hakkımız.” Kedi balığı “ alan geniş” Yüce Kurtarıcı “bakın, ben oradan geliyorum ve size burası güvenli alan diyorum, burada yaşamak çok konforlu. Sabah kalkıp avlanma derdiniz yok, gece uyurken başka bir canlıya yem olma tehlikesi yok, bir gün tuhaf bir canlı gelip yuvanıza yerleşip sizi yemez. Bilemiyorum ama sizin ki biraz şımarıklık. Hadi büyük bir canlı olsanız da kulaç atamıyorum deseniz anlarım ama o kadar küçüksünüz ki? Buranın okyanustan bir farkı yok.” Mavi mor sinirlenir “neden o zaman gözlerini kapatıp tüm gün okyanusu hayal ediyorsun!” Yüce Kurtarıcı, Mavi mor’un bunu nasıl anladığına şaşırır. “bunu da nerden çıkardın?” Mavi mor “benim özelliğim bu hayalleri görebilirim, herkesin hayalini görebilirim ve sen sürekli dalgaların üzerinden atladığını hayal ediyorsun, birde sigara içtiğini” Pingi “ahhh dalgaların üzerinden atlamak çok zevkli olmalı” Kedi balığı “benim hayalimi de görseneee” Mavi mor küçümseyen bir ifadeyle “senin bir hayalin bile yok” Pingi “peki benim?” Mavi mor “sen bu yunus balığı kadar büyük bir ahtapot olmayı hayal ediyorsun” Pingi şaşkındır “evet doğru söylüyor.” Yunus balığı bir an geçmişi okyanusun dibini düşünür “bakın siz oraya göre değilsiniz?” tüm balıklar aynı anda “buna sen karar veremezsin bizi bu kutudan çıkartacaksın” Kedi balığı “kocaman kafan var düşün biraz” Yüce Kurtarıcı “pekiii, ne kadar benimlesiniz ve bana ne kadar güveniyorsunuz yakına göreceğiz.” bu arada akvaryumun kapağı açılır ve bir süzgecin Çöpçü Balığını aldığını görürler.

AKVARYUMDA 4. GÜN

Sabah suyun dibinde yatan yunus balığı güneşi hayal etmektedir. Güneş ışınlarının suya düşerken kırılışını, rüzgârın tenini yalamasını ve çok eskiden dalgalarla birlikte nasıl gökyüzüne yükseldiğini hayal edip yapay kumla doldurulmuş gerçekliğe gözünü açar. En çok benim söylenmem gerekir diye düşünür. Akvaryumda olanlar canını sıkmıştır. Kumların arasında gizlenen Mavi mor, Yunus balığının yanında belirir. Yüce Kurtarıcı “ ne oldu yine mi hayallerimi dikizliyordun?” Mavi mor ağzına aldığı odun parçasını sigara tutarak “ okyanus özlemi çekiyorsun” Yüce Kurtarıcı “normal değil mi? Orada doğdum, orada büyüdüm” Mavi mor “bende öyle” Yüce Kurtarıcı şaşırır. “hiç bahsetmedin” Mavi mor “küçük olunca ilk görüştü kimse seni önemsemiyor” Yüce Kurtarıcı “oo senin de acıların var yani” Mavimor “ bak yine küçümsedin” Yüce Kurtarıcı “sen hepimizin hayal ettiği şeyi görebiliyorsun. Peki, senin hayalin ne?” Mavimor “ okyanusa geri dönmek ve bana tuzak kuran deniz anasını öldürmek” Yüce Kurtarıcı “belki de ölmüştür zaten” Mavimor “umarım” Yüce Kurtarıcı “sence okyanusta daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünen bu canlıların bunu tamamen benden beklemeleri mantıklı mı?” Mavimor “kolay olan o ama biz balığız sen biraz daha üstün bir türsün bunu yapabilirsin” Yüce Kurtarıcı “tabii kendini türümün en zayıf halkasıydım” O sırada heyecanla yanlarına gelen Pingi “size haberlerim var üstelik çok ta hoşuna gideceğini sanmıyorum” Yüce Kurtarıcı “yine kim kimi öldürdü?” Pingi “ bu sefer ölüm değil ama doğum da sayılmaz yumurtlama” İki balık anlamsızca karşılarındaki pembe canlıyı süzer. “1741’in karısı yumurtladı bir sürü yeni yavruları olacak” Yüce kurtarıcı “yumurtalar çatlamadan buradan çıkmalıyız, yoksa 1741 seçimini yapmak zorunda kalacak” Pingi “ tüm yavruları götürmemiz mümkün değil mi?” Yüce Kurtarıcı “buradan sizi çıkarabilmemin bir yolu var sadece ve bu yolculuğun okyanusta son bulmama ihtimali de var” Mavimor “bize pozitif şeylerden bahset” Yüce Kurtarıcı “yalan söyle demek bu!” Pingi “yalan sevmeyiz” Yüce Kurtarıcı “biliyor musun? Hepinizden bıktım”  Yüce Kurtarıcı, Pingi ve Mavimor ’un yanından uzaklaşır. Pingi, Mavi Mor’a “kocaman gövdesi var bir çözüm bulabilir, o Yüce Kurtarıcı sonuçta” Mavimor “istediğimiz şeyin imkânsız olduğunu biliyoruz” Pingi “kabul etti, etmeseydi. Hadi gel, telefonu kedi balığına bıraktım acayip bir şey bulduk” Pingi ve Mavimor, Kedi balığının yanına doğru yüzerler. Kedi balığı insanlardan uzak otların dibinde telefonun ekranına bakmaktadır, gördükleri karşısında dehşete kapılmış, ağlamaktadır. Pingi ve Mavimor ekrana yaklaştıklarında tavada pişen kedi balığının videosunu görürler. Kedi balığı ağlayarak “kuzenimi tavada pişirmişler” Pingi “kuzenim okyanusta yaşıyor demiştin, emin misin?” Kedi balığı “eminim beneklerinden anladım bak” Pingi tekrar ekrana bakar, balık kızgın ateşte pişmektedir. Pingi telefonu kapatır. “belki de yanılıyoruzdur o değildir.” Mavimor “yüzbinlerce kedi balığı var” Kedi balığı ağlamaya devam eder. Pingi sinirlenir ve hızla Yüce Kurtarıcının yanına doğru yüzmeye başlar. Yüce Kurtarıcı, kedi balığının başına gelenleri duymuştur. Olanlar karşısında hissettiği güçsüzlük onu bir karar almaya zorlamıştır. Zaten okyanusta da uzun süredir bunu düşündüğünü fark etmiştir. Pingi, Yüce Kurtarıcıya seslenir. “planı ne zaman uygulamaya geçebiliriz?” Yüce Kurtarıcı “neden sende mi tavada pişmek istiyorsun?” Pingi şaşırır. Yüce Kurtarıcı “olanları duydum, okyanus çokta matah bir yer değil” Pingi “kafeste yaşamaktan iyidir ama sen istersen burada kalabilirsin” Yüce Kurtarıcı “benim senin meselenle ilgim yok, kimseyle ilgim yok tüm meselem kendi içimle” Pingi “ bize yardım edecek misin?” Yüce Kurtarıcı “kimden yardım istediğinizi bile bilmiyorsunuz” Pingi “ bunu yapabileceğini biliyorum” Yüce Kurtarıcı, Pingi’nin neyi kastettiğini anlamaz ama düşündüğü şeyden bahsediyorsa bu çılgınlık diye içinden geçirir. Yüce Kurtarıcı “peki herkesi topla son bir konuşma sonrası yok” Pingi anında ortadan kaybolmuştur. Birkaç dakika sonra Kedi balığı, 1741 ve ailesi, sakin vatoz, mavimor hepsi bir aradadır. Yüce Kurtarıcı “ bakın buradan gitmek istiyorsunuz ancak her türlü tehlikeyi göze aldınız mı? Yani ölebilirsiniz. Birde hadi diyelim kurtulduk, okyanusta yaşam çok daha acımasız ve sert. Tamam, bu küçük akvaryum yetmiyor bazen ama kafamızın içindeki sınırlar akvaryumun içinden daha dar olabilir. Özgürce yüzmek güzel ama her an başka bir canlıya yem olabilirsiniz ben bile olabilirim. Bu tehlikeli yolculuğu kabul ediyor musunuz? Sonrasında beni suçlamanızı istemiyorum” Pingi “ bizim buradan çıkmak istememizin en büyük sebebi çektiğimiz amaç yoksunluğu, amaçsızca yaşayıp yaşlanan ve ölen kaç tür gördük bilemezsin biz artık bir amacımız olsun istiyoruz ve bu yolculuğu sonucu ne olursa olsun kabul ediyoruz.” Sakin vatoz “ ben gelmek istemiyorum, bunu hak etmiyorum” Pingi “bundan emin misin?” Sakin vatoz “evet” Yüce Kurtarıcı “pekâlâ plan şu ben bayılıyorum ve suyun yüzeyine yükseliyorum, hasta olduğumu düşünüp beni buradan çıkartıyorlar sizde benimle geliyorsunuz” Kedi balığı endişeyle “nasıl?” Yüce Kurtarıcı “hepiniz ağzıma saklanacaksınız, kabul etmeyenleri anlarım ama başka bir çıkış yolu yok”  Balıklar kendi aralarında fısıldaşırlar ve Pingi kararı onayladıklarını söyler. Yunus Balığı ağzını açar ve balıklar sırayla ağzına doluşur. Sakin vatoz tüm balıkların Yüce Kurtarıcı dedikleri etçil yunus balığının ağzına kendi istekleriyle yerleşmelerini hayretle izler. Yunus balığı bir süre nefesini tutar ve kendini suyun yüzeyine ters dönmüş halde salar. Bir süre öylece yatar. Basıp gitmek istediği yere ulaşmak için ölü numarası yapmak zorundadır. Birden orada ne kadar sefil bir yaşam sürdüğünü, gittiğinde yine mutsuz olacağını, çünkü mutluluğun kısa süreli olduğunu, önemli olanın huzurluluk halinin devamı olduğunu düşünür. Ağzındaki zavallı yaratıklara üzülür. Okyanusta herhangi bir canlıya yem olacakları neredeyse onun gözünde kesindir. Uzun zamandır avlanmadığı aklına gelir. Canlı balıkların ağzının içinde dişlerinin arasındayken çiğnediğinde aldığı tadı anımsar, ağzının suyu akar yutkunamaz.

Bu arada insanlar toplanmış suyun üstüne yükselmiş yunus balığını izlemektedirler. Birkaç görevli gelir ve yunus balığını kontrol eder. Yunus balığının gözleri açıktır. Onu hemen akvaryumdan çıkartırlar. Sakin vatoz olanları aşağıdan izler. Tüm arkadaşları bir bilinmezliğe doğru yola çıkmıştır. İnsanlar yunus balığını yakalayıp içi su dolu bir kabın içine yerleştirirler. Yunus balığı yine bir kamyonete bindirilir ve uzun bir yolculuk başlar. Pingi ve diğerlerinden ses gelmiyordur. Suyun içinde ağzını açar ancak ağzından dışarı çıkan olmaz. Herkesi yuttuğunu düşünür. Defalarca gagasını kutuya vurur ancak çıkan olmaz. Yolculuk bitmiştir, yine okyanusa gelmiştir. İnsanların konuşmasını duyar. “bir ay demiştik, seni geri göndermenin zamanı geldi” Yunus balığını okyanusa geri bırakırlar. Yunus balığı okyanusa tekrar kavuştuğuna inanamaz ama ağzını açtığında Pingi ve diğerlerinin okyanusa doğru neşeyle yüzdüğünü görür ve fakat tam o sırada yine aynı martı yunus balığının tepesinde belirir ve kedi balığını kaptığı gibi kaçar. Martı “bugün şanssız günündesin” diye kahkaha atarak uzaklaşır. Çünkü tam karşısında dev bir balina vardır ve farkında olmadan onun ağzına doğru yüzmüşlerdir. Yunus balığı tüm kuvvetiyle taklalar atarak tehlikeden uzaklaşmaya çalışır ancak Pingi ve diğerleri dev okyanus balinasının midesine inmiştir.

 

18 Ocak 2024 Perşembe

BİTKİ VE KÜÇÜK BÖCEKLER DÂHİL

 

İşte tam her şeyi unutmuşken, burası ait olduğum yer demişken insan değil bu sefer başka bir canlı karşımda durup “Artık bu topraklar size ait değil, gitmelisiniz.” diyor.

Gri renkli, balon kafalı, korkunç bakışlı, vücudu saç ya da tüyden bihaber, bu garip yaratığa korkuyla bakıp “Evimizi terk edip nereye gideceğiz?” diyorum umursamazlığı karşısında kırmızı bir öfke tüm bedenimi yakıyor ama bunu da anladığını sanmıyorum. İnsanların dilini konuşmayı, bileğine taktığı ışıksı bir cihazla halleden varlık insani duyguları nasıl hissedebilir ki?

İstanbul’un, ünlü İstiklal’inde, manzarası Galata Kulesi olan bu apartman dedemin babasından anneme ondan da bana miras kalmıştı. Burada bir süre yaşamak ailemle yaptığım antlaşmada yerine getirilmesi zorunlu maddeydi. Annem evin adresini ve anahtarını elime tutuştururken çok heyecanlıydı. “Sen git bir yerleş, ben de gelirim.” dedikten sonra evin fotoğrafını çantama özenle koymuştu. Sanki evi görmeye gitmiyorum da onun ilk gençlik zamanlarına ışınlanıyordum. Onca hatıranın ortasında yaşama düşüncesi beni biraz sıkıyordu çünkü anlattığı anıların sonu hep acıya çıkıyordu. Güzel başlayan hatıraların bir yerinde susup kalırdı. Ben “Eee sonra ne oldu?” diye heyecanla sorduğumda da “Sonra kaçıp gittiler ya da bir sabah kapının önünde cesedini buldular.” şeklinde biten biber gazı tadında gözleri yakan anılardı bunlar.

Ertesi sabah uçağım İstanbul’a indiğinde boğazda açan erguvanlar, denizin berrak görünümü, güneşin taze ışıltısı, insanların umursamazlığıyla karşılaşmıştım. Sanki dünya “Hadi yeniden başlıyoruz” diyor gibiydi. Bir an evvel gidip evi göreyim ve annemi arayıp bu işin olmayacağını söyleyeyim istiyordum. Yol basitti, İstiklâl’i kime sorsam bilirdi ama değerini herkes anlayamazdı. Kaybetmek lazımdı ya da uğruna savaşmak neyse ki 21. asırdaydık ve hepsi geride kalmıştı. Otobüsün camına başımı yaslamış tüm bunları düşünürken köprüdeki trafiği geçtik, Beşiktaş’ta tarihle kavgaya tutuşmuş belediye eserleriyle karşılaştık. Tarihin sanatla dokunduğu binalara yollara, belediye beton ve asfaltla karşılık vermişti. Trafik tıkandıkça gerildim, çantamın en gizli köşesine sakladığım adresi ve fotoğrafı çıkarttım. Birilerine soracak olursam takılmadan söyleyeyim diye adresi ezberlemeye çalıştım, fotoğrafa iyice baktım. Apartmanın mermer süslemelerine, cumbasına, geniş pencerelerine, Galata’yla olan açısına baktıkça garip bir heyecan yükseldi içimde ve bir an evvel evde olmak istedim. Havabus Taksim’e geldiğinde, küçük pembe valizimi alıp aceleyle taksi aramaya başladım. Taksiler karşısında sanki görünmezdim. Elimi kaldırıyorum ama hiçbiri durmuyor, yanımdan geçip gidiyordu. Buraların bilmediğim bir taksi durdurma âdeti mi var acaba diye düşünürken bir taksi yanıma yaklaştı. “Abla yolculuk nereye?” diye sordu. Yabancı olduğumu belli etmemeye çalıştım ama tabii dilim sürçtü ”Galate Kulesi’’ne deyiverdim. Adam “Hımm Galata Kulesi, yakınmış” deyip yanımdan hızla ayrıldı. Sonra başka bir taksi geldi aynı soruyu sordu. Bu sefer hazırlıklıydım. “Galate, iki katını veririm” dedim. Taksici şüpheci gözlerle beni inceledikten sonra “Bizi tufaya getirmeye çalışan gazetecilerden değilsin di mi?” diye sordu. Ben ne dediğini anlamaz bir ifadeyle “Lütfen!” diyebildim. Adam yüzümdeki yakarışa ikna oldu. Bagajı açtı. Valizi bagaja attım ve şoföre açık adresi söyledim. Önce Harbiye, sonra birkaç ara sokak derken yolculuk çok sürmedi, ailemin özlem dolu geçmişinin tam önünde ani bir frenle taksiyi durdurdu. “Geldik, iki yüz elli TL” dedi. Yaptığımız anlaşmaya sadık kalarak sessizce parayı verdim ve açılan bagajdan valizimi alıp fotoğraftaki evin tam karşısında öylece donup kaldım. Bina bana bakıyordu, ben binaya. Dışardan aptalca görünüyordu çünkü herkes Galata’yı izlerken ben ona sırtımı dönmüş başka bir şeye bakıyordum. Girişteki demir kapının etrafını çevreleyen kir ve toz adeta çok uzun yıllardır kapalı olduğunu simgeler gibiydi. Önündeki mermer merdivene dinlenmek için oturan insanlara aldırış etmeden kapıya yaklaştım. Topuzuna dokundum. Cebimden anahtarı çıkartıp demir kapının kilidine soktum, işte açılmıştı. Kapıyı açacağıma inancı olmayan insanlar şaşkınlıkla oturdukları yerden kalktılar ve ben o ağır demir yığınını kendi çabamla iterek içeri girdim. Her yanı mermer kaplı geniş girişi geçip ahşap tırabzanlara dokuna dokuna aslan başı heykellerin bulunduğu ikinci kata çıktım. Bordo renkli, çiçek nakışlı ahşap kapı yıllardır beni beklemişçesine karşıma dikilmişti. Kapının güzelliği karşısında heyecanlanıp anahtarı yere düşürdüm. Gözlerim dolmuştu. En son kaç yıl önce kim bilir kimin kilitlediği kapıyı incitmeden açtım. İşte, ailemin geçmişi karşımdaydı. Geçmişten kalan masa, yatak, sandalye, kitaplık ve eskimiş kabarmış duvarlar beni görünce şaşırmış mıydı acaba? Yıllar önce dedem ve anneannem bir kez İstanbul’a gelmiş ve biricik evlerini ziyaret etmişlerdi. Evin kendilerine ait olduğunu avukatları aracılığıyla tüm evrakları teslim ederek tekrar resmileştirmişler birkaç hafta buralarda anılarını tazeleyip döndüklerinde geçmişte kalanları yâd edip benimle bir antlaşma yapmışlardı. Onlar benim yazar olabilmem için gerekli maddi desteği sağlayacaklar ben de ömrümün bir kısmını bu evde geçirecektim. Yıllar sonra kitaplarım yayınlanmaya başlayıp önce dedem sonra da anneannem bu dünyadan göç edince annem “Artık vakti geldi.” dedi ve aileme olan borcumu ödemek için antlaşmaya uymaya gelmiştim.

Ceza bu tamamlar sonra da kapatırım bu bahsi diye düşündüğüm İstanbul’un neşeli gündüzlerine, karamsar gecelerine, sarhoş gülüşmelerine, müptezel isyanlarına, yağmuruna, kışına, her gün şekil değiştiren insanına alışmış üstelik sevmiştim ve ait olduğum toprakların burası olduğunu anlamıştım. Aylar sonra annemde yanıma gelmiş ve sürekli ertelediği dönüş biletlerini bir süre sonra tamamen iptal edip, yanıma yerleşmişti. Ben kendimle mücadele içindeydim, bir şeyler eksikti. Aradığım hikâyeyi bulamıyor, yazdıklarıma kendimi ikna edemiyordum. Yayın evleri beğeniyor, insanlar ilginç buluyor ama ben, ah şu ben, içimdeki çatışmalarda sürekli vuruluyordum. Annemse geziyor, alışveriş yapıyor, her gün yeni yerler keşfediyor, yıllar kapağı açık kalmış kolonya misali uçup gitmişti.

Günlerin panik halinde koşarak uzaklaştığı garip zamanlarda yaşamaya başlamıştık. Türk televizyonlarında insanlar ayrışabildikleri kadar ayrıştıktan sonra kimsenin bu ayrışmaları ne düşünecek ne de uygulayacak vakti kalmamıştı. Çünkü insanlık zor durumdaydı. Bir şeyler oluyordu. Her sabah başka bir sürprize uyanıyorduk. On gün önce Rusya kaybolmuştu hem de halkıyla birlikte sonra onları Çin, ABD, Kuzey Kore izlemişti. Dünyada hiç var olmamış gibi yok olmuştular. Ülkelerin tüm yüzeyini kaplayan göz alıcı bir ışık görülmüş, ışıkla birlikte ülkelerde kaybolmuştu. Gökyüzünde elips şeklinde çok hızlı hareket eden devasa araçlar dolaşıyordu. Cama yakın durmaya korkuyordum çünkü bir uzaylı tarafından yok edilme tehlikesi herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Evlerinin etrafında uçan gemileri vuran insanlığa önlem olarak, geceleri cama yaklaşan insanları küle dönüştüren uzaylılar vardı. İnsandan geriye bir sigara dumanı kalıyordu. Uzaylılar ilk defa bizimle rüya aracılığıyla iletişim kurmuşlardı. Uyumayanların ayakta gördüğü rüya onların iletişim araçlarıydı. Galata manzaralı yazı masamda oturup olanları yazdığım bir akşam, masamda gezinen kırmızı ışık kalbimin deli gibi çarpmasına neden oldu. Oturduğum yerde donup kalmıştım, gözlerim ışığı takip ediyordu. Bir süre sonra kaşlarımın ortasında hissettiğim ışığı duymaya başlamıştım. Bakmamı istediği bir nokta vardı. Galata’ya doğru başımı kaldırdığımda uçan aracında bekleyen bir uzaylı bana bakıyordu. Onu görür görmez korkudan titremeye başladım. Uzun ince gri parmaklarını ağzına götürüp sus işareti yaptı ve sonra bileğine taktığı cihaza dokundu ve “Ülke yok edilecek bu topraklardan artık gitmelisiniz.” dedi. “Neden sadece ben?” diye sabaha kadar olayı kişiselleştirmiştim ki tüm ülkeye dağdaki çobana, yayladaki köylüye, şehirdeki zengine, bilimcisinden, cahiline herkese aynı mesaj gelmişti.  Zenginler sabah ülkeyi terk etmeye başlamıştı bile. Özel, tarifeli fark etmeksizin uçakların biri kalkıp biri iniyordu. Annem “Bu sefer gitmeyeceğiz, burada kalacağız.” diyor, olanları anlamak istemiyordu. Onu bırakıp gidemezdim ama belli ki burada da artık kalamazdık. Sürekli ne yapacağımızı düşünürken gidenler gitmiş, kalanlar da ne yapacağını bilmez şekilde boş boş sokaklarda dolaşıyor, yağma yapıyor, kavga ediyor, doğdukları yüzyıla sövüyorlardı. Evden çıkamaz olmuştuk, annem çok yaşlanmıştı. Son günlerde biten ilaçlarını alamadığım için iyice halsiz düşmüş, sabahlara kadar inlemeye başlamıştı. Tansiyonu yükseliyor, şekeri düşüyor, ateşi basıyor, gideceğiz korkusundan ruhu sızlıyor, canı hep acıyordu. Çevremde kalan, sayısı onu geçmeyen insana ulaşmaya çalışıyor doktor arıyordum, doktor yoksa eczacı. Çok garipti diğer ülkeler sıradan yaşamlarına devam ediyordu. Uzaylılar sadece bizi tehdit ediyordu. “Gidin” ikazından bir süre ortadan kaybolmuşlardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim? Çocukluğumun geçtiği topraklar da yok edilmişti. Son olarak Çin’in yok edilmesinin ardından küçük bir Rum diyarının kaybolması insanlığın dikkatini bile çekmemişti. Uzaylıları çözmeye çalışıyorlar, iletişim yöntemleri geliştiriyorlardı ancak uzaylılar dost canlısı değildi. Dünyanın çekirdeğindeki enerjiye ihtiyaçları olduğunu söyledikleri kısa ve net bir bildiri yayınladıkları gün nihayet tüm insanlığı ne yapacağını bilmez bir telaş sardı. Çok geçmeden ikinci bir bildiri geldi. Bize verilen zaman dolmuştu ve yok edilecek ülkeler arasında birinci sıradaydık. Rüyamda tüm insanlığın toplandığı bir salondaydık ve onlara neye göre ilk sıraya yerleştiğimizi sordum. Mutsuz insanlar çoğunluğu sıralamasında ilk sırada olduğumuzu şaşkınlıkla öğrendim. Biri “ABD de mi öyleydi?” dedi. Rusya, Çin, Kore, ABD onları tehdit eden bir kimyasala sahip olduğu için ilk önce yok edilmiş. Hem de hiç uyarılmadan. İçimizden biri “Milyonlarca insan olarak gidecek bir yerimiz yok, biz oksijensiz yaşayamayız, sıkıştığımız bu yerde ölüp gideceğiz.” dedi. Uzaylı cevap verdi. “İsterseniz biz taşırız sizi, tabii bir şart var. Hiç canlı öldürmemiş olmak, bitki ve küçük böcekler de dâhil.” Dünyada bu şartı sağlayan insan yoktu tabii. Sadece bebekler başka bir gezegene taşınırken insanlar dünyanın son gününü beklemeye başladı. Bizi kabul edebilecek başka bir gezegen yoktu. Dünyadan başka her yer bize yasaktı. Şimdi Galata Kulesi’ne bakarak bu satırları yazıyorum ve yok edileceğimiz günü bekliyorum.