26 Nisan 2024 Cuma

 

YUNUSUN VAROLUŞ SANCISI

Okyanusun dibinde olanlar çok canını sıkmıştı. Basıp gitme isteği yine bütün benliğini kaplamıştı. Ancak nereye gidecekti, ne yapacaktı, içindeki mutsuzluk kaçınılmazdı. Kalbinde büyüyen karamsarlık okyanustaki dev dalgalar gibi yükselmiş şu yeryüzündeki korkunç her yanı parlak, rezidans dedikleri dev yaratıklar boyuna erişmişti. Hem okyanus onun için güvenliydi. Gezegenin en sakin yeriydi belki de. Araştırmacı balinalara göre gezegeninde ömrü uzun değildi, öyleyse bile bu onu ilgilendirmezdi. Derin düşüncelere dalmış yüzerken sigarasını içebilmek için suyun yüzeyine doğru yüzmeye başladı. Hızlı bir hareketle suyun yüzeyine ulaştı. Gagasında tuttuğu sigarasının uzun bir süre kurumasını bekledi, bin bir uğraşıyla yaktı. Gözlerini kapattı, bir nefes çekti sigaradan. Sürekli konuşup duran iç sesini artık duymak istemiyordu. Bu sırada bir tiz bir cırıltıyla yerinden sıçradı. “Üfff, şu sigaranı söndürür müsün? Kokusu iğrenç!” Yunus balığı gözlerini açtı ve sesin sahibine merakla baktı. Kendini gökyüzünün sahibi hatta olduğu tüm alanın sahibi zanneden bir martıdan başkası değildi.  Suyun dibine dalmak istedi ama sigarasını yeni yakmıştı. Sigara bulmak zor işti. Suyun dibine dalacak bir izmarit bulacak sonra onu gagasıyla suyun yüzüne çıkaracak güneşte saatlerce kurusun diye bekleyecek kuruyunca bu seferde yanması için uğraşacak yakacak sonra bir nefeste ciğerlerine çekecekti. Bu sefer ki tam bitmemiş bir izmaritti. Biri bunu düşürmüş olmalı diye düşündü. Okyanusta hayat zordu. Ağzında sigarası suyun yüzünde birkaç yüzgeç öteye kadar gitti. Yanından neşeli bir yunus topluluğu geçti. Sigarasından bir nefes daha çekti ve dünyadaki bazı canlıların nasıl bu kadar umarsızca mutlu olmayı başarabildiğine şaşırıp kaldı. Öyle ki ona doğru yaklaşıp tepesine atılan ağı bile fark edemedi. Fark ettiğindeyse gökten başının üzerine bir ağın düştüğüydü. Balıkçılardan biri yakaladık, çekin diye bağırıyordu. Işıklarını yakmayı bir türlü beceremediği dünyasına üzülürken şimdi de özgürlüğünü kaybetmişti. Bir balıkçı teknesinde ağa dolanmış halde çırpınıyordu. Kimsenin umurunda değildi. Yunuslar çoktan uzaklaşmıştı. Martılardan da kime hayır gelirdi ki? Ağdan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Ağın içinde cebelleşirken bir ses duydu. “şşşh çok uğraşan gördük ama hiçbiri balık çorbası olmaktan kurtulamadı.” Yunus balığı sinirlenmişti “git başımdan manyak!” martı az önce gagasıyla tırnaklarının arasını temizlemeye koyulmuştu. “bence bu kadar asabi olma” yunus balığı ağın içinde kıvranırken martının rahat tavırlarına iyice sinir olmuştu. “ seni kontrol delisi leş yiyen! Defolup git artık” diyerek çırpınmaya devam etti. Martı bir anda uçup gitti. Yunus balığı martıdan geriye kalan esintide ardından bakakaldı. İçinde küçücük bir beklentinin oluştuğunu fark etti. Kendine kızdı sonra da kendini haklı göstermek için " ne de olsa insan âleminin elinden simit yiyor, belki beni de kurtaracak bir şey söyler" diye beklemem çok masumca. Ağların arasından kuyruğunu kurtarmaya çalışırken bir insanın ona doğru yaklaştığını fark etti. İnsan üzerine eğilip yüzgecine dokundu, sonra elini gagasına uzatıp ağız ve göz çevresini inceledi. "iyi iyi sağlam" yunus balığı "bana dokunamazsın, bıraak" diye çırpınırken "sağlıklı" olmasının sevindirici yanına bir anlam veremedi. Teknenin motoru çalıştı ve yattığı yerden sadece gökyüzünde hızla akan bulutları görerek yaklaşık bir saat yol aldılar. Yunus balığı ölümü düşünüyordu şimdi. Tek korkusu onu işkence ile öldürmeleriydi. Ya canlı canlı yüzgecini keserlerse ya da kafasına sopayla ölene kadar vururlarsa veya canlı canlı derisini yüzmeye çalışırlar mıydı? Hemen zihnini yokladı. Tüm bu korkularının güvenilir kaynağı kimdi? Çocukluğunda annesinin öğütleri geldi aklına. Neyse tüm bunlar çocuk korkutma saçmalıkları deyip derin bir nefes aldı. Nihayetinde bir gün ölecekti. O da bugündü. Sahile geldiklerinde zarar vermeden taşıyacak korunaklı bir aracın özellikle onun için geldiğini duyunca saçma bir şekilde kendini önemli hissetti. Tekneden araca taşınırken en artist haliyle durdu. Etraftan gelen "gayet güzel bir yunus" sözleriyle biraz daha şımardı. Daha sonra birkaç el onu karanlık suyun içine bırakıp kapağı bırakınca bağırmaya başladı. "heeey benim karanlık fobim var" bir anda yine panik havası tüm bedenini kapladı ve beyni son bir saatte olanlardan hazırladığı filmi aklına bırakıverdi. Öylece boşlukta hissediyordu kendini, yapacak bir şey var mıydı? Ya da yapsa işe yarar mıydı? Bildiği basıp gitmek istediği okyanustan kilometrelerce uzaklaştığıydı. Öleceğini düşünmek kalp çarpıntısından başka işe yaramıyordu. Aptal martı diye söylendi. Sigaranın niye zararlı bir alışkanlık olduğunu anlıyorum, yaşamak için bir şansım daha olsa diye içinden geçirirken araç durdu. Kapak açıldı ve ışık suyu aydınlattı. Ona yaklaşan insan "gel buraya güzel yunus" diyip onu yakaladı ve genişliği 41 metre yüksekliği 17 metre olan bir akvaryumun içine bırakıverdi. Yunus şaşkındı. Birçok türden balık etrafına toplandı. İçlerinden gözlüklü, seyrek bıyıklı, yüzgeci beneklerle kaplı yüzünde sevimli, salak bir ifade olan kedi balığı "akvaryuma hoş geldin" dedi. Yunus balığı şaşkındı. "akvaryum demek haaa!, deniz, göl hatta nehri bile duydum ama akvaryumu duymadım"  arkadan gelen muuckk sesiyle tüm balıklar irkildi. Birkaç tanesi homurdanarak çöpçü balığına söylendi. "heey vazgeç artık şu cam duvarları yalamaktan" Çöpçü balığı üzgündü, kaşları düşük, gözleri kısık ve düşünceli bir ifadeyle "napiim dudaklarımı cama yapıştırıp gözlerimi kapatınca onun geri gelip beni camdan öpeceğini düşünüyorum." diğer balıklar çöpçü balığın melankolik halinden bıkmıştı, birden ortamı saran hüzün herkesin dağılmasına sebep oldu. Yunus balığı "heey akvaryum okyanustan büyük mü küçük mü? onu soracaktım" bu son cümleyle komik bir kahkaha sesi duydu. Ahtapot konuşurken sanki sevimli müzikler çalan bir orkestra ona eşlik ediyordu. "hiaahahihaa buranın okyanustan büyük olduğunu düşünen tek... teeeek" yunus balığı " tek ne?" ahtapot "tek şey, şey sensin" Yunus balığı ahtapotun ona şey diye seslenmesine bozuldu. "benim bi adım var" ahtapot "bunu tanışırken söylemeliydin, o yüzden artık senin adın şey" yunus balığı " hayır benim adım Gaerri" küçük ahtapot sanki restoranda sipariş ettiği yemeği sevmemiş gibi bir ifadeyle "hım sevmedim senin adın bundan sonra şey" dedi ve tüm akvaryuma duyuracak gür sesle "bu iri kıyımın adı şey" diye bağırdı. Herkes bir an akvaryumun içinde amaçsızca gezmeyi, yemek yemeyi, uyumayı bırakarak birkaç saniye dona kaldı. Kedi balığı birden bağırmaya başladı. " o geldi, yıllardır beklediğimiz, o" bu sözlerin üzerine tüm balıklar akvaryumun için yunus balığının etrafında toplandılar. Sakin vatoz "ben anlamıştım" dedi diğer bir grup küçük sim balıkları koro şeklinde "bizde hissettik" ahtapot "akşam herkes gidip, ışıklar kapanınca bunu kutlamalıyız" yunus balığı şaşkın "kimden bahsediyorsunuz ben kurtarıcı değilim" ahtapot yavaşça yunus balığına yaklaştı "şşt sakin ol, kurtarıcı bilmez kurtarıcı olduğunu" yunus balığı "hepsi senin yüzünden" ahtapot, yunus balığına iyice yaklaştı ve fısıldayarak "birinin bizi kurtarması lazım" ve daha sonra diğer balıklara seslendi. "şey uzun yoldan geldiği için yorgun, akşama kadar biraz dinlenmek istiyor" tüm balıklar yavaşça yunus balığının etrafından dağıldı. Ahtapot, Yunusa "beni takip et" dedi. Yunus balığı etrafı izleyerek ahtapotu takibe koyuldu. Akvaryumun içinde insanların onları göremeyeceği bir alana geldiler. Balıkların ilgilenmeyeceği ağaca benzeyen yosun kaplı büyük bir taşın dibine iyice sokulan ahtapot “burada bizi kimse göremez” dedi. Yunus balığı “insanlarında bizi gibi çıplak olduklarını sanıyordum” ahtapot “haa yok onlar şanslılar sürekli değişen yüzgeçleri var.” Dedi. Yunus balığı”aslında yüzgece benzemiyor, çaputumsu bir şey” dedi. Ahtapot şaşkın şaşkın yunus balığına baktı ve “anlamıştım sen bizim kurtarıcımızsın, şu göklerden beklenen sensin işte.” Dedi. Yunus balığı “şeyy aslında ben kendinden bile bıkmış bir zavallıyım.” Ahtapot “hayır, sen bizim yüce kurtarıcımızsın.” Senin adın artık Yüce Kurtarıcı. Akşam bizi bu cam kaplı dört duvardan nasıl çıkaracağını anlatsan iyi olur. Yoksa tüm balıklar teker teker intihar edecekler. Yunus Balığı panikledi. “anlamıyorsun galiba ben okyanusta yaşıyordum, beni zorla yakalayıp buraya getirdiler.” Ahtapot derin bir iç çekti. “okyanus nasıl? Eskisi gibi güzel mi?” Yunus Balığı “yok ya çok sıkıcı iyi bozdular. Suyun dibi bile ılık artık.” Ahtapot, “iyi de suyun dibi yok ki” Yunus balığı “aaa tabi siz belli bi noktaya kadar inebiliyorsunuz değil mi?” Ahtapot, bozuk bir ifadeyle “her neyse sen bizi nasıl kurtaracaksın? İyice düşünüp planladın mı? “Bu sırada yüzgecine ayna yapışmış mor ve mavi renkli uzun kirpikli bir balık yanlarına yaklaştı. “Biraz burada saklanabilir miyim?” ikisi de şaşkınlıkla “kimden?” diye sordu. Güzel balık “ışık ve sesten” diye cevap verip taşın deliklerinden birine giriverdi. Ahtapot “her neyse akşam planı açıkla Yüce Kurtarıcı, bizi yeniden okyanusa götür. Şimdi gidip insanları etkilemek için birkaç böcek yemem gerekiyor.” Yunus balığı gittikçe uzaklaşan sesin ardından şaşkınca bakakaldı. Okyanusta da bu kadar alanda yaşıyordu zaten dönüp ne yapacak acaba diye içlendi. Belki orada bir köpek balığına yemek olmak daha heyecan vericidir. Sonuçta burada kimsenin ahtapot yiyesi gelmiyor olabilir. Güvenli alan dedi. Gövdesini kum sandığı şeye sürttü ve karnında bir acı hissetti. “aaaohf her şeyin yapay olduğu okyanustan gerçek yapay dünyaya geldim galiba” dedi. İnsanların aralarında bu cam duvarlar varken ne kadar sevimli olduklarını düşündü. Üstelik sürekli değişiyorlar da sürekli aynı yüzlerle bakışmıyorum.” Yunus balığı tüm bu olanları düşünerek uykuya daldı. Uzun bir gün olmuştu. Üstelik akşam onu Peygamber ilan edeceklerdi, dinç olmalıydı. Kimse yorgun bir peygambere biat etmek istemezdi, en azından ben istemem dedi ve uykuya daldı. Rüyasında pembe bir yunus balığı onu takip etmesini söylüyordu. Pembe yunusun peşinden neşeyle giderken onlara yaklaşan koyu siyah bir hortum yunus balığını yeryüzüne fırlattı, yunus balığı karada nefes alamıyorum, boğuluyorum derken ter içinde uyandı. Ortalık karanlıktı. Avm kapanmış insanlar gitmişti. Kedi balığı, çöpçü balığı, ahtapot yunus balığının etrafında toplanmıştı. Yunus balığı içinde bıkkın bir yalnızlık hissetti. Onları tanımıyordu ve beklentileri çok yüksekti. Çöpçü balığı, kedi balığında fısıltıyla “önce bir kutlama yapsaydık hemen işe koyulmasına gerek yoktu”  Kedi balığı, “bir kurtarıcının kutlamayla işi olmaz, baksana ne kadar büyük” Çöpçü “yanlış düşünüyorsun Minyav, duygularla vücut kitle endeksinin bir bağı yoktur.” Minyav, “sen öyle zannet, duygusalken daha çok yemek yenir, burada bizi yapay besliyorlar o yüzden yemek mutlu etmiyor” ahtapot Pingi, vantuzlarını birbirine yapıştırıp çekerek çıkarttığı sesle araya girdi. “Evet, Yüce Kurtarıcı huzurunda ilk oturumu açıyorum. Şimdi hepiniz, mavi sonsuz okyanus adına yemin etmelisiniz. ”Yüce kurtarıcının söylediği her şeyi sorgulamadan yapacağımıza, ona hep inanacağımıza mavi sonsuz okyanus adına yemin ederiz.”

 Yunus balığı araya girdi. “Merhabalar ama ben de sizin gibi bir balığım, tamam türüm memeli grubuna girebilir ama ne de olsa aynı suyun içinde yaşıyoruz. Benim kurtarıcı olduğumu nerden çıkardınız?” bu sırada taşın içinden dışarı fırlayan Mavili morlu balık lafa girdi. “çünkü sen insanların yüzgeçlerinin olmadığını çaput diye bir şey giydiklerini bilen ilk balıksın.” Bu sırada bir uğultu çıktı ve tüm balıklar bu duruma şaşırdı. “nasıl? Yüzgeçleri yok mu şimdi? Üzerlerindeki şeyleri değiştirebiliyorlar mı? Minya “sabah olsa da iyice baksam, belki o da geliyor hep ama başka renk olduğu için göremiyorum?” Pingi’nin vantuz sesi herkesi susturdu. “Gördüğünüz gibi o yüce kurtarıcı, onun planını uygulayıp bu cam duvarlı yerden kurtulacağız.” Yunus balığı bu delilerin arasında ne işim var diyordu. Okyanusta en azından herkesten kaçabiliyordum, bunlardan kaçamam da diye iyice dertlendi. Üstelik canı acayip sigara çekmişti. Tüm balıkları susturarak söze girdi. “Sizi okyanusa geri götüreceğim, bunu psişik güçlerle yapacağım, o yüzden beni asla sorgulamayacaksınız.” Pingi duyduklarından memnun bir ifadeyle “asla, ne dersen o!” yunus balığı ilk defa kendini dikkate alan bir topluluk bulmuş olmanın mutluluğuyla belki aradığım yer burasıydı diye düşündü.

AKVARYUMDA 2. GÜN

Ertesi sabah balıklar her zamankinden daha neşeli güne başlamışlardı. Sabah erken saatlerde akvaryuma yapışık âşık olduğu insanı bekleyen çöpçü balığı bile daha çekilir geliyordu. Çöpçü balığı bir kara kızına aşık olmuştu ve ona göre duyguları karşılıklıydı. Kız ona çok güzel bakmış, onunla selfie çekilmiş ve aralarında cam olmasına aldırmadan yanağını okşamıştı. O güzel deniz dalgasına benzeyen kumral saçları, gözleri okyanus kız yine gelecekti, biliyordu. Diğer balıklar bu hikâyeyi yüzyedi kez dinlemişti ama Yüce Kurtarıcı ilk defa dinliyordu. Ne kadar romantikti. Yunus balığı içinden varlıklar ve duyguları ayrılmaz birer parça diye sayıkladı. Çöpçü balığı varlıkları algılayamadı hafızasında yer kalmamıştı. Sadece “ne?” demekle yetindi. Yunus Balığı “boşver iyi ya da kötü hissedebilmek güzel şey” Çöpçü balığı anlam veremediğini gösteren bir mimikle bakakaldı. Pingi kollarında ilginç bir makinayla Yüce Kurtarıcı’nın yanına geldi. “önemli bir şey buldum, işe yarar mı? Yüce Kurtarıcı ciddiyetini takınarak ilgiyle Pingi’nin kollarıyla sıkı sıkı sardığı “şeye” baktı. “Bu bir iletişim aracı.” Çöpçü hayretle “nereyle?” Pingi ilk defa Çöpçü balığın sorusunu beğenmişti. Yüce Kurtarıcı “her yerle, elinde bundan olan herkesle” Pingi ve Çöpçü heyecanlandı “okyanusla bile mi?” Yüce Kurtarıcı çok gizemli bir cevap verircesine fısıltıyla “evet okyanusla bile” Pingi bunu bir işaret olarak yorumlarken Yüce Kurtarıcı bu telefon denen aleti taşıma görevini Pingi’ye verdi. “ee çalarsa da panik yapmadan sakince konuş, gelen mesajlar bizim geleceğimiz için çok önemli” Pingi tüm ciddiyetiyle Yüce Kurtarıcının daima haberdar olacağını belirtti. Bu sırada etrafı bir gurultu sesi sardı. Yüksek titreşimler yayan bu gurultu Yüce Kurtarıcının midesinden geliyordu. İnsanlar sabah erkenden yemek alanına her zamankinden çok daha fazla yemek bırakmıştı. Bu seferki yemek epeyce lezzetliydi. Pingi “aaa demeyi unuttum. Yemek alanında enfes şeyler var gidip bir bakın.” Çöpçü “ben aç değilim, onu bekleyeceğim” Pingi bıkkınlıkla “yine mi?” Yüce Kurtarıcı çoktan yemek alanına doğru yola koyulmuştu bile. İçinden umarım ahtapot soslu somon balığı vardır diyordu. Zihninde enfes ahtapot yemekleri hayal ederken birden yanında elindeki telefona sımsıkı sarılmış ona yetişmek için nefes bile almadan ciddi ciddi yüzen Pingi belirdi. Yunus balığı önce düşüncelerinden utandı sonra bunun normal olduğunu düşündü çünkü o bir etçildi ve doğası gereği bir ahtapotu yemek olarak hayal edebilirdi. Sonra da bu okyanusa gitme işinden nasıl kurtulacağını düşünüp iyice acıktı. Çok sinirlenirsem Pingi’yi yerim suçu da insanlara atarım, olur biter dedi. Yemeklerini afiyetle yedikten sonra Pingi, Yüce kurtarıcıya, seni bize katılmak isteyen bir aileyle tanıştırmak istiyorum dedi. Yüce Kurtarıcı “ailecek mi? okyanusa gitmek istiyorlar. Bak sayı sınırlı olmalı, öyle herkesi götüremeyiz. Pingi “merak etmeee bunlar çekirdek aile.” Yüce Kurtarıcı “saçmalama balık aileleri en az 500 kişiden oluşur nerenin çekirdeği bu” Pingi “bunların bir kısmını yanlışlıkla yemişler.” Yüce Kurtarıcı “nasıl olduğunu inan merak etmiyorum, kaç kişiler?” Pingi “yedi” Yüce kurtacı ”anladık yemişler” Pingi “hayır, yedi” Yüce Kurtarıcı “al işte!”

Balık ailesi akvaryumdaki diğer canlılar kadar ilginçti. Baba balık “merhaba, ben 1741 türlerimiz tehlikede akvaryumda kalırsak sonumuz gelecek oysa biz çok üstün ve evrim geçiren bir türdeniz ve bu yüzden bir an önce okyanusa ulaşmamız gerek” Yüce Kurtarıcı “adın ilginçmiş doğrusu” 1741 “evet aslında bu sayı 10 basamaklı ama biz hep son dört basamağı kullanırız, gizlilikten dolayı”   Yunus balığı hepsinin özenle seçilip buraya yerleştirildiğini düşündü ya da suya bir şey katıyorlardı. Bu alıştıkları ve her gün kurtulmayı düşünerek sürdürdükleri yaşama neşeyle yaklaşmaları tuhaftı. Belki de küçük canlılar oldukları için normaldi. Bir yunus sürüsü olsa buraya sığmazdı. Yunuslar doyasıya yüzmek yeryüzünü görmek neşeyle balık avlamak isterdi. Oysa bu küçük canlılar zavallılar, ona Yüce Kurtarıcı diyorlardı. Oysa içlerinden bazılarını deli gibi yemek istiyordu. Mesela şu balık ailesinin yavruları nasıl da taze parlak yüzgeçleri vardı. Kim bilir ne lezzetliydiler? Akvaryumda olmasının sorumlulukları vardı. Onları yemek yerine okyanusa götürmeye söz vermişti.

Günler böyle geçerken, yunus balığı okyanusu özlemeye başlamıştı. Etrafında ondan mucize bekleyen canlılardan bazen kaçmaya çalışsa da burası sınırlı alandı. Suyun içinde boğulduğunu hissediyordu. Bu boğulmak hissi içten içe etrafındaki küçük canlılardan nefret etmesine sebep olmaya başlamıştı. Yine bu dünyaya ait olmadığını düşünmeye başlamıştı. Kendini okyanustan dışarı bir kara parçasına suya dönemeyecek kadar uzağa fırlatıp intihar etseydi şu an bunları düşünmüyor olacaktı. Artık yapamazdı. Akvaryumdaydı. İnsanlar ondan ölme özgürlüğünü bile almıştı. Tutsaktı. Bütün bu akvaryum hepsi suçsuz tutsaklarla doluydu. Kurtulmak istemeleri de normaldi. Bu insanlığın yaptığı haksızlıktı. Kendini tüm canlılardan üstün gören insan. Birkaç dakikalığına mutlu olabilmek için onları buraya tıkmıştı. Pingi, Yüce Kurtarıcının yanına geldi. “balık ailesi bir plan olup olmadığını soruyor” Yüce kurtarıcı “plan bitmek üzere yarın akşam herkesi aynı yerde topla” Pingi’nin kollarının arasında sımsıkı tuttuğu telefon ısrarla çalmaya başladı. Yunus balığı şaşkınlıkla Pingi’nin kollarından biriyle telefonu açışını izledi. Telefondaki ses uygun fiyatlı bir internet paketi kampanyası satmaya çalışıyordu. Pingi sinirli bir ses tonuyla “günlerdir hayır istemiyorum diyorum, neden anlamıyorsunuz şu an önemli bir toplantıdayım üstelik” Yunus balığı bu küçük pembe canlının nasıl bu kadar sinirlenebildiğine şaşırdı. Hışımla telefonu kapatan Pingi, “durmadan arıyorlar internet paketi, kredi kartı derken oyunculuk ajansları da aramaya başladı.” Yüce Kurtarıcı “neden o telefonu akvaryumun derinliklerine bırakmıyorsun?” Pingi “ nasıl? Ama ya okyanustan ararlarsa” Yüce Kurtarıcı alaylı bir gülümsemeyle “Pingi balıklar telefon kullanmaz!” Pingi “ nasıl? Ben de sanmıştım ki!” Yüce Kurtarıcı “ ben seni denemiştim sadece”

Pingi şaşkın bezgin bir ifadeyle elindeki telefona baktı. “çok anlam yüklemişim” Yüce Kurtarıcı bunu tam olarak neye söylediğini önemsemeden devam etti. “balıklar frekansla iletişim kurar ve okyanusta yaşayan yaşlı dev balina bana buradan nasıl çıkacağımızı bildirdi.” Pingi “yaşlı, dev mi?” Yüce Kurtarıcı “evet, bu akvaryum büyüklüğünde, okyanusta attığı taklalar yüzünden kaç gemi battı bir bilsen?” Pingi “işte bu yüzden hep dev olmak istemişimdir, güçlü olduğunda yaptıklarından dolayı kimse seni sorgulayamaz.” Yüce Kurtarıcı “evet, daha da kötüsü yanlışlarında bile bir mantık arar dururlar.” Pingi “ onlar sessizce mantık ararken sen hem güçlenir hem kötüleşirsin” Yüce Kurtarıcı “ biliyor musun Pingi okyanusta senin gibi bilge ve iyi niyetli biriyle karşılaşmadım” Pingi duyduğu sözlerin özgüveniyle kamburunu düzeltir. “teşekkürler, Yüce Kurtarıcı. Ben de senin gibi beni anlayacak biriyle daha önce hiç karşılaşmadım. Bizim aile dikkat çekici renklere sahip olduğundan hep kolay yemdi.” Yüce Kurtarıcı “açık konuşayım çok ta lezzetlisiniz” Pingi korkuyla Yüce Kurtarıcıdan uzaklaşır. Yüce Kurtarıcı “neyse akşam ışıklar kapanınca herkesi buraya çağır.”

AKVARYUMDA 3. GÜN

Sakin vatoz, çöpçü balığıyla birlikte insanları eğlendirmektedir. Çöpçü balığı yine cama yapışmıştır. Vatoz da cama yapışan çöpçü balığına kuyruğuyla bıyık yapar. Akvaryumun önündeki insanlar onların fotoğrafını ve videosunu çekmektedir. Bu arada çöpçü balığının dikkatini dağıtan bir şey olur. Kara kızını yeniden görür. Kızı gören çöpçü balığı heyecanla onun olduğu tarafa kayar, kız cama yaklaşıp çöpçü balığını sever ve yine selfie çeker. Çöpçü balığı çok mutludur sanki dalgalarla dans etmektedir, beklediği geri dönmüştür. Ona akvaryumun dibinden bir çiçek getirmek aklına gelir ve camdan uzaklaşarak derinlere dalar. Çöpçü balığı akvaryumun dibindeki en renkli, en dikkat çeken çiçeği arar ama akvaryumda hiç çiçek yoktur. Akvaryumun dibi yapay bitkiler ve renkli taşlarla doludur. Çöpçü balığı bitkilerden birinin yaprağını dişleriyle kopartmaya çalışırken çok vakit kaybettiğini belki de kara kızı gitmeden ona yetişmesi gerektiğini düşünür. Ondan ayrıyken zamanın ölçüsüz hissettirmesine sinirlenir ve otu tüm hırsıyla çeker. Ot kökleri olmadığı için yapıştırıldığı gövdeyle birlikte yerinden fırlayıp çıkar. Çöpçü balığı ağzında tuttuğu parçayla tüm akvaryumu yüzer. Otun gövdesine çarpan balıklar çöpçü balığına söylenir. Ot, ona göre o kadar ağırdır ki birkaç dişini çekerken kırmıştır. Artık gülümserken ön dişlerinin olmayacağını düşünür bu yüzden ya kara kızı onu sevmezse çirkin bulur, vatozu severse diye endişelenir ve yüzmeye devam eder. Akvaryumun camına iyi yaklaştığında vatozun başka insanlara gariplikler yaptığını görür. Vatoz cama yapışmış, çişini yapmaktadır. Suya dağıldığında fark edilen çişte insanların ilgisini çekmiştir. Vatozun fotoğraflarını çekmektedirler. Çöpçü balığı, vatoza yaklaşır ağzında tuttuğu ottan dolayı ne dediği anlaşılmaz şekilde kara kızını sorar. Vatoz, kameralara poz vermeye odaklanmıştır, çöpçü balığını duymaz. Çöpçü balığı sinirlenir ve elinde tuttuğu otun gövdesiyle vatozun kafasına vurur. Çöpçü balığından gelen darbeyle gerçek dünyaya dönen vatoz, onu kovalamaya başlar. Vatozdan kaçan çöpçü balığı, dans eden yıldızların fotoğrafını çeken kara kızını görür. Kara kızını görünce ağzındaki otla cama yapışır, otun gövdesi yıldızları savurur ve hepsi dağılır. Kara kızının yüzü buruşur. Çektiği video güzel olmamıştır. Çöpçü balığı onu görmenin mutluluğuyla kırık dişlerle cama yapışır, akvaryumun camı kan olmuştur. Ağzındaki otla başını sallar, otu göstermeye çalışmaktadır. Kara kızı, balığı asık yüzlü anlamsız bir ifadeyle onu izlerken vatoz gelir. “işte buldum, aptal seni!” çöpçü balığını kuyruğundan tutup, cama doğru başını çarpar, çöpçü balığından tepki alamadıkça sinirlenir daha çok çarpar bu arada kara kızı telefonunu çıkarmış heyecanla vatozun, çöpçü balığını öldürüşünü çekmektedir. Çöpçü balığı kara kızının tekrar gülümsediğini görünce gözünü camdan ayırmaz. Vatoz, çöpçü balığını şiddetli bir biçimde cama çarpmaya devam eder ve gözleri yerinden fırlayan çöpçü balığı artık hareketsizdir. Kara kızı harika bir an yakaladığı için mutludur, çöpçü balığının öldürülüşünün videosunu sonuna kadar çekmiştir. Her şey bittikten sonra vatoz kendine gelir ve çöpçü balığını öldürmüş olmanın vicdan azabını bir anda dökülen sonbahar yaprakları gibi içinde hissetmeye başlar. Gözlerini kapatıp açar ve her şey gerçektir. Çöpçü balığı akvaryumun dibindedir. Olanları gören diğer balıklar korkuyla vatozdan uzaklaşırlar. Pingi, vatoza korkuyla yaklaşır ve “ne yaptın sen!” diye bağırır. Vatoz “ ben… bir anda oldu, çok üzgünüm” Pingi “ okyanusa gitmemize çok az kalmıştı, neden sakin kalamadın ki” Vatoz üzgün ve suçlu bir biçimde akvaryumun karanlık bir noktasına doğru kendini bırakır. Pingi’nin yanına gelen Kedi balığı “ona bir cenaze töreni yapmalıyız, bunu hak etti.” Pingi “önce parçalarını toplayalım” Her ikisi de aynı anda akvaryumun dibinde yatan gözleri olmayan zavallı çöpçü balığına bakarlar. Kedi balığı “hayat çok boktan, o kara kızı için ölürken kız onun öldürülüşünü çekti, yüzündeki ifadeyi görseydin” Pingi araya girer “gördüm, harika bir doğa olayını izliyor gibiydi” Kedi balığı “üzülmedi bile gülümsüyordu” Pingi “ galiba insanlar bizim gibi değil” Kedi balığı “bizi etkileyen kötü şeyler onları etkilemiyor” Pingi ve Kedi balığı akvaryumun dibinde Çöpçü balığını gözlerini aramaktadırlar. Yıldızlardan birisi onlara “zavallının gözleriyle çocuklar top oynuyorlar” diyerek uzaktaki balık yavrularını işaret etti. Pingi onları hemen tanıdı bunlar 1741’in yavrularıydılar. Pingi bir zamanlar çöpçü balığının duygularını yansıtan korneanın bir o tarafa bir bu tarafa çarpışını üzüntüyle izledi. Kedi balığı “çocuklar acaba aptal mı?” Pingi “neden?” Çöpçü Balığı “ baksana yani bunun göz olduğunun farkında değiller mi?” Pingi “farkındalar ama hoşlarına gidiyor” Kedi balığı “mide bulandırıcı tatta saçma bir düşünce” Pingi çocuklara yaklaşır ve oynadıkları gözü onlardan almaya çalışır. Çocuklar inatla Pingi’ye karşı çıkar ve gözü daha uzağa fırlatıp Pingi’den uzaklaşırlar. Pingi vantuzlarıyla sarmaladığı telefonla birlikte çocukların peşinden gider. Kedi balığı bir korneanın peşinden koşan pembe küçük ahtapotu izlerken dona kalır. Kedi Balığı “bunların babası nerede?”  Yosunların dibinde eşiyle cilveleşen 1741’i görür. 1741 “hadi, buraya gel!” eşi 1741’den kaçmakta “olmaz yeni yavrular için okyanusa gidene kadar beklemeliyiz” 1741 eşinin peşinden koşarken “merak etme yakında gideceğiz.” 1741 eşini yosunların dibinde yakalar ve tam öpecekken Kedi balığının sesi duyulur. “ öhüüm sizin minik yavrular arkadaşımızın gözüyle top oynuyor üstelik Pingi söylediği halde korneayla birlikte onu da peşlerinden koşturuyorlar” 1741 “arkadaşınızın gözü neden gözünde değil” Kedi balığı “gözü sence neden yerinde değil, öldüğünden olabilir mi?” 1741 ciddileşir ve Kedi balığının peşine takılır. İlerde kayalıkların ardında çocukların korneayı bir o yana bir bu yana attığı Pingi’nin de yakalamaya çalıştığını görürler. 1741 çocuklarına seslenir. “1752, 1767, 1793 size ben ne dedim!” babalarının sesiyle irkilen çocuklar donup kalır. 1741 devam eder. “ böyle hayvan leşleriyle oynamayacaksınız diye uyarmadım mı?” 1741, Pingi’den özür diler ve tiksinerek korneayı ona doğru iter. Pingi korneayı kollarından biriyle tutar. 1741 “en pahalı, en kaliteli oyuncakları alıyorum nerede böyle leş bir şey var onunla oynuyorlar” Kedi balığı “leş mi? pahalı derken?” 1741 “ siz bilmezsiniz 3. Sınıf enflasyon sorunu olan ülkelerin sık kullandığı bir ekonomi terimi” Pingi “bu akşam çöpçü balığına cenaze töreni yapacağız, maalesef kendisini kaybettik.” 1741 “e, o kadar cama yapışınca patladı galiba”  Pingi, 1741’in söylediklerine karşılık vermek istemeyerek “hayır başka şekilde” 1741 “neyse çok üzüldüm, kimsesizdi zaten, akşam törende görüşürüz” 1741 çocuklara döner “cezalısınız 3 gün yosunların dibinden bir yere ayrılmak yok ayrıca yeni oyuncaklarla oynamakta yasak” diye söylenerek peşine takar ve yosunların dibine doğru yüzerler. Pingi ve Kedi balığı arkalarından baka kalır. Pingi “Yüce Kurtarıcıya olanları anlatmamız gerekiyor” bu sırada telefon çalmaya başlar Pingi gözü kedi balığına doğru atar ve telefonu açar. “ merhaba, şlmk banktan arıyorum size özel harcadıkça kazandıran kredi kartımızdan bahsetmemi ister misiniz?” Pingi “ istemeyiz!” diye bağırır ve telefonu kapatır. Kedi balığı şaşkındır. “o şeyle konuşmayı nasıl öğrendin?” Pingi “bilmem, mantık yürüttüm galiba” Kedi balığı, Pingi’yi süzer. Pingi “hadi Yüce Kurtarıcıyı bulalım da olanları anlatalım, Sakin Vatoz yine yaptı yapacağını” Kedi balığı “psikolojisi bozuk” Pingi “kaç kişi daha onun çocukluk travmalarının kurbanı olacak buradan bir an önce gitmeliyiz.” Kedi balığı “imkânsız geliyor bu bana” Pingi “şşştt şimdi çarpılacaksın!” Kedi balığı “bir yunus balığı tarafından mı?”  

Yunus balığı güzel bir ziyafet çekmiştir. Üzerine bir sigara içemediği için yine de kendini tam anlamıyla tatmin olmuş hissetmez. Mavi mor uzaktan yunus balığını izlemektedir. Yunus balığı gözlerini kapatmış okyanusta geçirdiği güzel günleri hayal ediyordur. Uzaktan mutlu ama çirkin gözükmektedir. Burnundan dolayı yan profilden görünüşünü hiçbir zaman beğenmemiştir. Gözlerini açtığında sudaki yansımasına bakıp bunları düşünür. Pingi ve Kedi balığı ona doğru yaklaşır “Yüce Kurtarıcı olanları bir bilseniz! Ah zavallı çöpçü balığı” Yüce Kurtarıcı “o elindeki kornea mı?” Pingi “evet, Sakin vatoz onu öldürdü?” Kedi balığı “Çöpçü balığı artık yok” Yüce Kurtarıcı “ne”  buradaki en safça duygulara sahip canlı nasıl olurda ölür. Burası okyanus bile değil, küçük saçma bir akvaryum. Yüce Kurtarıcı “nasıl öldürdü?” Pingi “kendini kaybetmiş işte cama kafasını çarpa çarpa” Kedi Balığı “hepsi o kara kızı yüzünden” Pingi “ona bir tören yapmalıyız.” Yüce Kurtarıcı “ceset nerede?” Kedi balığı cam tarafında sazlıkların dibine takıldı. Yüce Kurtarıcı “suyun yüzeyine doğru çıkmadan onunla vedalaşmalıyız.” Gün bitmiştir. Akşam olmuş herkes dağılmış balıklar kendi gerçekleriyle baş başa kalmıştır. Çöpçü balığı bir taşa sıkı sıkı bağlanmış, tüm balıklar çevresinde bir daire oluşturmuş ona iyi dileklerde bulunurlar. Ardından Yüce Kurtarıcı gagasıyla otu çözer ve Çöpçü balığı akvaryumun üstüne doğru yükselir. Çöpçü balığı yükselirken onun dün ki konuşmalarda okyanusla ilgili söylediklerini anımsarlar. Pingi “kara kızıyla okyanusa gitmeyi düşünecek kadar saftı.” Kedi balığı “hep kendi halindeydi, cama yapışıp kara kızını hayal ederdi.” 1741 “sanırım bu kız sonu oldu.” 1741 çocuklarına döner. “sakın böyle saçma söylemlerle karşıma çıkmayın, hayallerinizde gerçekliğin ölçüsü olsun” Mavi mor “ ne vizyoner bir ebeveyn” 1741 “Sayın Yüce Kurtarıcı acaba okyanus yolculuğumuz ne zaman başlar?” Yüce Kurtarıcı “siz farkında değilsiniz ama başladı bile” Pingi şaşkınca etrafına bakar. Yüce Kurtarıcı “okyanusa gitmeyi neden istiyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?” 1741 “evet, daha çok çoğalabilmek için burada sayımız kontrol altında tutuluyor ben evlatlarımı kimse yesin istemiyorum” Pingi “atalarımız okyanusta yaşardı, bizimde hakkımız.” Kedi balığı “ alan geniş” Yüce Kurtarıcı “bakın, ben oradan geliyorum ve size burası güvenli alan diyorum, burada yaşamak çok konforlu. Sabah kalkıp avlanma derdiniz yok, gece uyurken başka bir canlıya yem olma tehlikesi yok, bir gün tuhaf bir canlı gelip yuvanıza yerleşip sizi yemez. Bilemiyorum ama sizin ki biraz şımarıklık. Hadi büyük bir canlı olsanız da kulaç atamıyorum deseniz anlarım ama o kadar küçüksünüz ki? Buranın okyanustan bir farkı yok.” Mavi mor sinirlenir “neden o zaman gözlerini kapatıp tüm gün okyanusu hayal ediyorsun!” Yüce Kurtarıcı, Mavi mor’un bunu nasıl anladığına şaşırır. “bunu da nerden çıkardın?” Mavi mor “benim özelliğim bu hayalleri görebilirim, herkesin hayalini görebilirim ve sen sürekli dalgaların üzerinden atladığını hayal ediyorsun, birde sigara içtiğini” Pingi “ahhh dalgaların üzerinden atlamak çok zevkli olmalı” Kedi balığı “benim hayalimi de görseneee” Mavi mor küçümseyen bir ifadeyle “senin bir hayalin bile yok” Pingi “peki benim?” Mavi mor “sen bu yunus balığı kadar büyük bir ahtapot olmayı hayal ediyorsun” Pingi şaşkındır “evet doğru söylüyor.” Yunus balığı bir an geçmişi okyanusun dibini düşünür “bakın siz oraya göre değilsiniz?” tüm balıklar aynı anda “buna sen karar veremezsin bizi bu kutudan çıkartacaksın” Kedi balığı “kocaman kafan var düşün biraz” Yüce Kurtarıcı “pekiii, ne kadar benimlesiniz ve bana ne kadar güveniyorsunuz yakına göreceğiz.” bu arada akvaryumun kapağı açılır ve bir süzgecin Çöpçü Balığını aldığını görürler.

AKVARYUMDA 4. GÜN

Sabah suyun dibinde yatan yunus balığı güneşi hayal etmektedir. Güneş ışınlarının suya düşerken kırılışını, rüzgârın tenini yalamasını ve çok eskiden dalgalarla birlikte nasıl gökyüzüne yükseldiğini hayal edip yapay kumla doldurulmuş gerçekliğe gözünü açar. En çok benim söylenmem gerekir diye düşünür. Akvaryumda olanlar canını sıkmıştır. Kumların arasında gizlenen Mavi mor, Yunus balığının yanında belirir. Yüce Kurtarıcı “ ne oldu yine mi hayallerimi dikizliyordun?” Mavi mor ağzına aldığı odun parçasını sigara tutarak “ okyanus özlemi çekiyorsun” Yüce Kurtarıcı “normal değil mi? Orada doğdum, orada büyüdüm” Mavi mor “bende öyle” Yüce Kurtarıcı şaşırır. “hiç bahsetmedin” Mavi mor “küçük olunca ilk görüştü kimse seni önemsemiyor” Yüce Kurtarıcı “oo senin de acıların var yani” Mavimor “ bak yine küçümsedin” Yüce Kurtarıcı “sen hepimizin hayal ettiği şeyi görebiliyorsun. Peki, senin hayalin ne?” Mavimor “ okyanusa geri dönmek ve bana tuzak kuran deniz anasını öldürmek” Yüce Kurtarıcı “belki de ölmüştür zaten” Mavimor “umarım” Yüce Kurtarıcı “sence okyanusta daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünen bu canlıların bunu tamamen benden beklemeleri mantıklı mı?” Mavimor “kolay olan o ama biz balığız sen biraz daha üstün bir türsün bunu yapabilirsin” Yüce Kurtarıcı “tabii kendini türümün en zayıf halkasıydım” O sırada heyecanla yanlarına gelen Pingi “size haberlerim var üstelik çok ta hoşuna gideceğini sanmıyorum” Yüce Kurtarıcı “yine kim kimi öldürdü?” Pingi “ bu sefer ölüm değil ama doğum da sayılmaz yumurtlama” İki balık anlamsızca karşılarındaki pembe canlıyı süzer. “1741’in karısı yumurtladı bir sürü yeni yavruları olacak” Yüce kurtarıcı “yumurtalar çatlamadan buradan çıkmalıyız, yoksa 1741 seçimini yapmak zorunda kalacak” Pingi “ tüm yavruları götürmemiz mümkün değil mi?” Yüce Kurtarıcı “buradan sizi çıkarabilmemin bir yolu var sadece ve bu yolculuğun okyanusta son bulmama ihtimali de var” Mavimor “bize pozitif şeylerden bahset” Yüce Kurtarıcı “yalan söyle demek bu!” Pingi “yalan sevmeyiz” Yüce Kurtarıcı “biliyor musun? Hepinizden bıktım”  Yüce Kurtarıcı, Pingi ve Mavimor ’un yanından uzaklaşır. Pingi, Mavi Mor’a “kocaman gövdesi var bir çözüm bulabilir, o Yüce Kurtarıcı sonuçta” Mavimor “istediğimiz şeyin imkânsız olduğunu biliyoruz” Pingi “kabul etti, etmeseydi. Hadi gel, telefonu kedi balığına bıraktım acayip bir şey bulduk” Pingi ve Mavimor, Kedi balığının yanına doğru yüzerler. Kedi balığı insanlardan uzak otların dibinde telefonun ekranına bakmaktadır, gördükleri karşısında dehşete kapılmış, ağlamaktadır. Pingi ve Mavimor ekrana yaklaştıklarında tavada pişen kedi balığının videosunu görürler. Kedi balığı ağlayarak “kuzenimi tavada pişirmişler” Pingi “kuzenim okyanusta yaşıyor demiştin, emin misin?” Kedi balığı “eminim beneklerinden anladım bak” Pingi tekrar ekrana bakar, balık kızgın ateşte pişmektedir. Pingi telefonu kapatır. “belki de yanılıyoruzdur o değildir.” Mavimor “yüzbinlerce kedi balığı var” Kedi balığı ağlamaya devam eder. Pingi sinirlenir ve hızla Yüce Kurtarıcının yanına doğru yüzmeye başlar. Yüce Kurtarıcı, kedi balığının başına gelenleri duymuştur. Olanlar karşısında hissettiği güçsüzlük onu bir karar almaya zorlamıştır. Zaten okyanusta da uzun süredir bunu düşündüğünü fark etmiştir. Pingi, Yüce Kurtarıcıya seslenir. “planı ne zaman uygulamaya geçebiliriz?” Yüce Kurtarıcı “neden sende mi tavada pişmek istiyorsun?” Pingi şaşırır. Yüce Kurtarıcı “olanları duydum, okyanus çokta matah bir yer değil” Pingi “kafeste yaşamaktan iyidir ama sen istersen burada kalabilirsin” Yüce Kurtarıcı “benim senin meselenle ilgim yok, kimseyle ilgim yok tüm meselem kendi içimle” Pingi “ bize yardım edecek misin?” Yüce Kurtarıcı “kimden yardım istediğinizi bile bilmiyorsunuz” Pingi “ bunu yapabileceğini biliyorum” Yüce Kurtarıcı, Pingi’nin neyi kastettiğini anlamaz ama düşündüğü şeyden bahsediyorsa bu çılgınlık diye içinden geçirir. Yüce Kurtarıcı “peki herkesi topla son bir konuşma sonrası yok” Pingi anında ortadan kaybolmuştur. Birkaç dakika sonra Kedi balığı, 1741 ve ailesi, sakin vatoz, mavimor hepsi bir aradadır. Yüce Kurtarıcı “ bakın buradan gitmek istiyorsunuz ancak her türlü tehlikeyi göze aldınız mı? Yani ölebilirsiniz. Birde hadi diyelim kurtulduk, okyanusta yaşam çok daha acımasız ve sert. Tamam, bu küçük akvaryum yetmiyor bazen ama kafamızın içindeki sınırlar akvaryumun içinden daha dar olabilir. Özgürce yüzmek güzel ama her an başka bir canlıya yem olabilirsiniz ben bile olabilirim. Bu tehlikeli yolculuğu kabul ediyor musunuz? Sonrasında beni suçlamanızı istemiyorum” Pingi “ bizim buradan çıkmak istememizin en büyük sebebi çektiğimiz amaç yoksunluğu, amaçsızca yaşayıp yaşlanan ve ölen kaç tür gördük bilemezsin biz artık bir amacımız olsun istiyoruz ve bu yolculuğu sonucu ne olursa olsun kabul ediyoruz.” Sakin vatoz “ ben gelmek istemiyorum, bunu hak etmiyorum” Pingi “bundan emin misin?” Sakin vatoz “evet” Yüce Kurtarıcı “pekâlâ plan şu ben bayılıyorum ve suyun yüzeyine yükseliyorum, hasta olduğumu düşünüp beni buradan çıkartıyorlar sizde benimle geliyorsunuz” Kedi balığı endişeyle “nasıl?” Yüce Kurtarıcı “hepiniz ağzıma saklanacaksınız, kabul etmeyenleri anlarım ama başka bir çıkış yolu yok”  Balıklar kendi aralarında fısıldaşırlar ve Pingi kararı onayladıklarını söyler. Yunus Balığı ağzını açar ve balıklar sırayla ağzına doluşur. Sakin vatoz tüm balıkların Yüce Kurtarıcı dedikleri etçil yunus balığının ağzına kendi istekleriyle yerleşmelerini hayretle izler. Yunus balığı bir süre nefesini tutar ve kendini suyun yüzeyine ters dönmüş halde salar. Bir süre öylece yatar. Basıp gitmek istediği yere ulaşmak için ölü numarası yapmak zorundadır. Birden orada ne kadar sefil bir yaşam sürdüğünü, gittiğinde yine mutsuz olacağını, çünkü mutluluğun kısa süreli olduğunu, önemli olanın huzurluluk halinin devamı olduğunu düşünür. Ağzındaki zavallı yaratıklara üzülür. Okyanusta herhangi bir canlıya yem olacakları neredeyse onun gözünde kesindir. Uzun zamandır avlanmadığı aklına gelir. Canlı balıkların ağzının içinde dişlerinin arasındayken çiğnediğinde aldığı tadı anımsar, ağzının suyu akar yutkunamaz.

Bu arada insanlar toplanmış suyun üstüne yükselmiş yunus balığını izlemektedirler. Birkaç görevli gelir ve yunus balığını kontrol eder. Yunus balığının gözleri açıktır. Onu hemen akvaryumdan çıkartırlar. Sakin vatoz olanları aşağıdan izler. Tüm arkadaşları bir bilinmezliğe doğru yola çıkmıştır. İnsanlar yunus balığını yakalayıp içi su dolu bir kabın içine yerleştirirler. Yunus balığı yine bir kamyonete bindirilir ve uzun bir yolculuk başlar. Pingi ve diğerlerinden ses gelmiyordur. Suyun içinde ağzını açar ancak ağzından dışarı çıkan olmaz. Herkesi yuttuğunu düşünür. Defalarca gagasını kutuya vurur ancak çıkan olmaz. Yolculuk bitmiştir, yine okyanusa gelmiştir. İnsanların konuşmasını duyar. “bir ay demiştik, seni geri göndermenin zamanı geldi” Yunus balığını okyanusa geri bırakırlar. Yunus balığı okyanusa tekrar kavuştuğuna inanamaz ama ağzını açtığında Pingi ve diğerlerinin okyanusa doğru neşeyle yüzdüğünü görür ve fakat tam o sırada yine aynı martı yunus balığının tepesinde belirir ve kedi balığını kaptığı gibi kaçar. Martı “bugün şanssız günündesin” diye kahkaha atarak uzaklaşır. Çünkü tam karşısında dev bir balina vardır ve farkında olmadan onun ağzına doğru yüzmüşlerdir. Yunus balığı tüm kuvvetiyle taklalar atarak tehlikeden uzaklaşmaya çalışır ancak Pingi ve diğerleri dev okyanus balinasının midesine inmiştir.

 

18 Ocak 2024 Perşembe

BİTKİ VE KÜÇÜK BÖCEKLER DÂHİL

 

İşte tam her şeyi unutmuşken, burası ait olduğum yer demişken insan değil bu sefer başka bir canlı karşımda durup “Artık bu topraklar size ait değil, gitmelisiniz.” diyor.

Gri renkli, balon kafalı, korkunç bakışlı, vücudu saç ya da tüyden bihaber, bu garip yaratığa korkuyla bakıp “Evimizi terk edip nereye gideceğiz?” diyorum umursamazlığı karşısında kırmızı bir öfke tüm bedenimi yakıyor ama bunu da anladığını sanmıyorum. İnsanların dilini konuşmayı, bileğine taktığı ışıksı bir cihazla halleden varlık insani duyguları nasıl hissedebilir ki?

İstanbul’un, ünlü İstiklal’inde, manzarası Galata Kulesi olan bu apartman dedemin babasından anneme ondan da bana miras kalmıştı. Burada bir süre yaşamak ailemle yaptığım antlaşmada yerine getirilmesi zorunlu maddeydi. Annem evin adresini ve anahtarını elime tutuştururken çok heyecanlıydı. “Sen git bir yerleş, ben de gelirim.” dedikten sonra evin fotoğrafını çantama özenle koymuştu. Sanki evi görmeye gitmiyorum da onun ilk gençlik zamanlarına ışınlanıyordum. Onca hatıranın ortasında yaşama düşüncesi beni biraz sıkıyordu çünkü anlattığı anıların sonu hep acıya çıkıyordu. Güzel başlayan hatıraların bir yerinde susup kalırdı. Ben “Eee sonra ne oldu?” diye heyecanla sorduğumda da “Sonra kaçıp gittiler ya da bir sabah kapının önünde cesedini buldular.” şeklinde biten biber gazı tadında gözleri yakan anılardı bunlar.

Ertesi sabah uçağım İstanbul’a indiğinde boğazda açan erguvanlar, denizin berrak görünümü, güneşin taze ışıltısı, insanların umursamazlığıyla karşılaşmıştım. Sanki dünya “Hadi yeniden başlıyoruz” diyor gibiydi. Bir an evvel gidip evi göreyim ve annemi arayıp bu işin olmayacağını söyleyeyim istiyordum. Yol basitti, İstiklâl’i kime sorsam bilirdi ama değerini herkes anlayamazdı. Kaybetmek lazımdı ya da uğruna savaşmak neyse ki 21. asırdaydık ve hepsi geride kalmıştı. Otobüsün camına başımı yaslamış tüm bunları düşünürken köprüdeki trafiği geçtik, Beşiktaş’ta tarihle kavgaya tutuşmuş belediye eserleriyle karşılaştık. Tarihin sanatla dokunduğu binalara yollara, belediye beton ve asfaltla karşılık vermişti. Trafik tıkandıkça gerildim, çantamın en gizli köşesine sakladığım adresi ve fotoğrafı çıkarttım. Birilerine soracak olursam takılmadan söyleyeyim diye adresi ezberlemeye çalıştım, fotoğrafa iyice baktım. Apartmanın mermer süslemelerine, cumbasına, geniş pencerelerine, Galata’yla olan açısına baktıkça garip bir heyecan yükseldi içimde ve bir an evvel evde olmak istedim. Havabus Taksim’e geldiğinde, küçük pembe valizimi alıp aceleyle taksi aramaya başladım. Taksiler karşısında sanki görünmezdim. Elimi kaldırıyorum ama hiçbiri durmuyor, yanımdan geçip gidiyordu. Buraların bilmediğim bir taksi durdurma âdeti mi var acaba diye düşünürken bir taksi yanıma yaklaştı. “Abla yolculuk nereye?” diye sordu. Yabancı olduğumu belli etmemeye çalıştım ama tabii dilim sürçtü ”Galate Kulesi’’ne deyiverdim. Adam “Hımm Galata Kulesi, yakınmış” deyip yanımdan hızla ayrıldı. Sonra başka bir taksi geldi aynı soruyu sordu. Bu sefer hazırlıklıydım. “Galate, iki katını veririm” dedim. Taksici şüpheci gözlerle beni inceledikten sonra “Bizi tufaya getirmeye çalışan gazetecilerden değilsin di mi?” diye sordu. Ben ne dediğini anlamaz bir ifadeyle “Lütfen!” diyebildim. Adam yüzümdeki yakarışa ikna oldu. Bagajı açtı. Valizi bagaja attım ve şoföre açık adresi söyledim. Önce Harbiye, sonra birkaç ara sokak derken yolculuk çok sürmedi, ailemin özlem dolu geçmişinin tam önünde ani bir frenle taksiyi durdurdu. “Geldik, iki yüz elli TL” dedi. Yaptığımız anlaşmaya sadık kalarak sessizce parayı verdim ve açılan bagajdan valizimi alıp fotoğraftaki evin tam karşısında öylece donup kaldım. Bina bana bakıyordu, ben binaya. Dışardan aptalca görünüyordu çünkü herkes Galata’yı izlerken ben ona sırtımı dönmüş başka bir şeye bakıyordum. Girişteki demir kapının etrafını çevreleyen kir ve toz adeta çok uzun yıllardır kapalı olduğunu simgeler gibiydi. Önündeki mermer merdivene dinlenmek için oturan insanlara aldırış etmeden kapıya yaklaştım. Topuzuna dokundum. Cebimden anahtarı çıkartıp demir kapının kilidine soktum, işte açılmıştı. Kapıyı açacağıma inancı olmayan insanlar şaşkınlıkla oturdukları yerden kalktılar ve ben o ağır demir yığınını kendi çabamla iterek içeri girdim. Her yanı mermer kaplı geniş girişi geçip ahşap tırabzanlara dokuna dokuna aslan başı heykellerin bulunduğu ikinci kata çıktım. Bordo renkli, çiçek nakışlı ahşap kapı yıllardır beni beklemişçesine karşıma dikilmişti. Kapının güzelliği karşısında heyecanlanıp anahtarı yere düşürdüm. Gözlerim dolmuştu. En son kaç yıl önce kim bilir kimin kilitlediği kapıyı incitmeden açtım. İşte, ailemin geçmişi karşımdaydı. Geçmişten kalan masa, yatak, sandalye, kitaplık ve eskimiş kabarmış duvarlar beni görünce şaşırmış mıydı acaba? Yıllar önce dedem ve anneannem bir kez İstanbul’a gelmiş ve biricik evlerini ziyaret etmişlerdi. Evin kendilerine ait olduğunu avukatları aracılığıyla tüm evrakları teslim ederek tekrar resmileştirmişler birkaç hafta buralarda anılarını tazeleyip döndüklerinde geçmişte kalanları yâd edip benimle bir antlaşma yapmışlardı. Onlar benim yazar olabilmem için gerekli maddi desteği sağlayacaklar ben de ömrümün bir kısmını bu evde geçirecektim. Yıllar sonra kitaplarım yayınlanmaya başlayıp önce dedem sonra da anneannem bu dünyadan göç edince annem “Artık vakti geldi.” dedi ve aileme olan borcumu ödemek için antlaşmaya uymaya gelmiştim.

Ceza bu tamamlar sonra da kapatırım bu bahsi diye düşündüğüm İstanbul’un neşeli gündüzlerine, karamsar gecelerine, sarhoş gülüşmelerine, müptezel isyanlarına, yağmuruna, kışına, her gün şekil değiştiren insanına alışmış üstelik sevmiştim ve ait olduğum toprakların burası olduğunu anlamıştım. Aylar sonra annemde yanıma gelmiş ve sürekli ertelediği dönüş biletlerini bir süre sonra tamamen iptal edip, yanıma yerleşmişti. Ben kendimle mücadele içindeydim, bir şeyler eksikti. Aradığım hikâyeyi bulamıyor, yazdıklarıma kendimi ikna edemiyordum. Yayın evleri beğeniyor, insanlar ilginç buluyor ama ben, ah şu ben, içimdeki çatışmalarda sürekli vuruluyordum. Annemse geziyor, alışveriş yapıyor, her gün yeni yerler keşfediyor, yıllar kapağı açık kalmış kolonya misali uçup gitmişti.

Günlerin panik halinde koşarak uzaklaştığı garip zamanlarda yaşamaya başlamıştık. Türk televizyonlarında insanlar ayrışabildikleri kadar ayrıştıktan sonra kimsenin bu ayrışmaları ne düşünecek ne de uygulayacak vakti kalmamıştı. Çünkü insanlık zor durumdaydı. Bir şeyler oluyordu. Her sabah başka bir sürprize uyanıyorduk. On gün önce Rusya kaybolmuştu hem de halkıyla birlikte sonra onları Çin, ABD, Kuzey Kore izlemişti. Dünyada hiç var olmamış gibi yok olmuştular. Ülkelerin tüm yüzeyini kaplayan göz alıcı bir ışık görülmüş, ışıkla birlikte ülkelerde kaybolmuştu. Gökyüzünde elips şeklinde çok hızlı hareket eden devasa araçlar dolaşıyordu. Cama yakın durmaya korkuyordum çünkü bir uzaylı tarafından yok edilme tehlikesi herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Evlerinin etrafında uçan gemileri vuran insanlığa önlem olarak, geceleri cama yaklaşan insanları küle dönüştüren uzaylılar vardı. İnsandan geriye bir sigara dumanı kalıyordu. Uzaylılar ilk defa bizimle rüya aracılığıyla iletişim kurmuşlardı. Uyumayanların ayakta gördüğü rüya onların iletişim araçlarıydı. Galata manzaralı yazı masamda oturup olanları yazdığım bir akşam, masamda gezinen kırmızı ışık kalbimin deli gibi çarpmasına neden oldu. Oturduğum yerde donup kalmıştım, gözlerim ışığı takip ediyordu. Bir süre sonra kaşlarımın ortasında hissettiğim ışığı duymaya başlamıştım. Bakmamı istediği bir nokta vardı. Galata’ya doğru başımı kaldırdığımda uçan aracında bekleyen bir uzaylı bana bakıyordu. Onu görür görmez korkudan titremeye başladım. Uzun ince gri parmaklarını ağzına götürüp sus işareti yaptı ve sonra bileğine taktığı cihaza dokundu ve “Ülke yok edilecek bu topraklardan artık gitmelisiniz.” dedi. “Neden sadece ben?” diye sabaha kadar olayı kişiselleştirmiştim ki tüm ülkeye dağdaki çobana, yayladaki köylüye, şehirdeki zengine, bilimcisinden, cahiline herkese aynı mesaj gelmişti.  Zenginler sabah ülkeyi terk etmeye başlamıştı bile. Özel, tarifeli fark etmeksizin uçakların biri kalkıp biri iniyordu. Annem “Bu sefer gitmeyeceğiz, burada kalacağız.” diyor, olanları anlamak istemiyordu. Onu bırakıp gidemezdim ama belli ki burada da artık kalamazdık. Sürekli ne yapacağımızı düşünürken gidenler gitmiş, kalanlar da ne yapacağını bilmez şekilde boş boş sokaklarda dolaşıyor, yağma yapıyor, kavga ediyor, doğdukları yüzyıla sövüyorlardı. Evden çıkamaz olmuştuk, annem çok yaşlanmıştı. Son günlerde biten ilaçlarını alamadığım için iyice halsiz düşmüş, sabahlara kadar inlemeye başlamıştı. Tansiyonu yükseliyor, şekeri düşüyor, ateşi basıyor, gideceğiz korkusundan ruhu sızlıyor, canı hep acıyordu. Çevremde kalan, sayısı onu geçmeyen insana ulaşmaya çalışıyor doktor arıyordum, doktor yoksa eczacı. Çok garipti diğer ülkeler sıradan yaşamlarına devam ediyordu. Uzaylılar sadece bizi tehdit ediyordu. “Gidin” ikazından bir süre ortadan kaybolmuşlardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim? Çocukluğumun geçtiği topraklar da yok edilmişti. Son olarak Çin’in yok edilmesinin ardından küçük bir Rum diyarının kaybolması insanlığın dikkatini bile çekmemişti. Uzaylıları çözmeye çalışıyorlar, iletişim yöntemleri geliştiriyorlardı ancak uzaylılar dost canlısı değildi. Dünyanın çekirdeğindeki enerjiye ihtiyaçları olduğunu söyledikleri kısa ve net bir bildiri yayınladıkları gün nihayet tüm insanlığı ne yapacağını bilmez bir telaş sardı. Çok geçmeden ikinci bir bildiri geldi. Bize verilen zaman dolmuştu ve yok edilecek ülkeler arasında birinci sıradaydık. Rüyamda tüm insanlığın toplandığı bir salondaydık ve onlara neye göre ilk sıraya yerleştiğimizi sordum. Mutsuz insanlar çoğunluğu sıralamasında ilk sırada olduğumuzu şaşkınlıkla öğrendim. Biri “ABD de mi öyleydi?” dedi. Rusya, Çin, Kore, ABD onları tehdit eden bir kimyasala sahip olduğu için ilk önce yok edilmiş. Hem de hiç uyarılmadan. İçimizden biri “Milyonlarca insan olarak gidecek bir yerimiz yok, biz oksijensiz yaşayamayız, sıkıştığımız bu yerde ölüp gideceğiz.” dedi. Uzaylı cevap verdi. “İsterseniz biz taşırız sizi, tabii bir şart var. Hiç canlı öldürmemiş olmak, bitki ve küçük böcekler de dâhil.” Dünyada bu şartı sağlayan insan yoktu tabii. Sadece bebekler başka bir gezegene taşınırken insanlar dünyanın son gününü beklemeye başladı. Bizi kabul edebilecek başka bir gezegen yoktu. Dünyadan başka her yer bize yasaktı. Şimdi Galata Kulesi’ne bakarak bu satırları yazıyorum ve yok edileceğimiz günü bekliyorum.



1 Ağustos 2023 Salı

Hissettiğin “ Zaman”

 

<script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"
     crossorigin="anonymous"></script>

 

Güneş, koyu yeşil ormanın ardından en kızıl rengiyle battı. Gökyüzünde mavi ve pembe tonları arasında geçen ışığın dansı uzay boşluğuna doğru süzülerek, yarım kürede o gün yaşanan tüm duygularla beraber zamanın sahnesinden çekildi. Yeni bir gösteriye hazırlanan gökyüzünün alışılmış mucizesinde, ay ve yıldızlar tek tek sahnede belirirken insanlar da evlerine döndü. Gecenin sessizliğinde yapay ışıklarla aydınlanan pencerelere dışardan bakıldığında akrep ve yelkovan herkes için aynı sayı değerini işaret ediyordu. Evlerden birinde bir anne okuldan dönen çocuklarına yemek hazırlıyor, salonla birleşik olan mutfaktan bebeği ağlatan küçük kızına sesleniyordu. Saatin akşam sekiz olduğunu yuvasından fırlayarak saniyenin onda biri hızla çıkan guguk kuşu haber vermekteydi. Anneye göre akrep ve yelkovan yine koşturuyordu. Küçük kız büyüme sancıları çekiyor ve ona göre saatlerdir açtı. Hemen yan evde yaşayan genç kız çalışma masasında duran dağınık kâğıtlara bakıyor, son bir ayının altı ay kadar yoğun bir duyguda sürdüğünü düşünüyordu. Şimdi aldığı derin yaralarla baş başaydı. Sokağın karşısındaki bahçede adeta gölde süzülürken donup kalan ördek anne ve yavruları bir davete gider gibi ledlerle süslenmiştiler. Evin bahçeye bakan penceresinden içeriye süzülen zaman, iki ihtiyarın kendilerine ait berjerlerde hayatla olan mücadelelerini çoktan tamamlamış olmanın zevki içinde televizyon karşısında uyukladıklarını gördü. Onlar için “bugün” herhangi günden biriydi. Hastanede, odasında gece nöbetinin bitmesini iple çeken doktor sisteme düşen test sonuçlarını inceliyordu. Adını duyduğu anonsla yerinden fırlıyor, nefes alamayan hastasının yanına koşuyordu. Nefesi kesilen hastaya müdahale ediyor ve birkaç saniyeyle hastayı kurtarıyordu. O anın süresi hastanın zihninde sayılarla ifade edilirken doktor için sadece bir rakamdı. Sonsuzluğun içinde ilerleyen zamansa telaşsız ve sakindi. Belki de aynı filme sürekli şahitlik etmekten sıkılmıştı. Tüm bunlar bizim için sayılar ve formüllerle ifade edilip hesaplanırken, zamanın muhasebesi insanın kalp atışıyla ya da saatteki birkaç sayı ve rakam elbette değildi. Çok daha fazlasıydı. Nefes aldığımız her andı, anda yaşadığımız duygunun zihinde bıraktığı sevinç, acı, heyecan, gerilimdi… Hepsinin bir rengi, ölçüsü ve hissin göreceliği vardı. Maddesel varlığı formüllerle ifade edilen zaman duyusu içinde yaşadığımız bir olgu mu yoksa bizim sadece tanıklık edebilecek kadar hissedebildiğimiz, yanımızdan hızla geçip giden evren mekaniğinin bir parçası mı adlandıramıyoruz. Elinizde tuttuğunuz derginin, onsuz yapamadığınız telefonunuzun, ağzınıza attığınız atıştırmalığın, her yudumunda hayat bahşeden suyun ve dünyadaki her şeyin atomların birleşmesinden ibaret olduğu galakside belki de numaralandırılamayan, parayla ya da herhangi bir değerli taşla satın alınamayan, geri getirilemeyen en değerli şey ZAMAN. Onu sadece başkaları için kullanarak birilerine verebilirsiniz. Ancak siz olmadan, sizin zamanınız kimsenin işine yaramaz. Bu adeta parmak izi, retina gibi kişiye özel. Tam şu anda beklenen “zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz?” sorusuyla yargıçlık yapmayacağım ve hatta size zamanı yavaşlatmanın bir yönteminin bulunduğu müjdesini bile verebilirim. Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın dünya merkezinden uzaklaştıkça yavaşladığını keşfetmişler. Yani dağlarda zamanın daha yavaş aktığı kanıtlanmış. İnsanlar dağların tepesine evler yapmaya başlamış hatta öyle ki bazıları dağların tepesine kazıklar çakıp evlerini o kazıkların üzerine inşa etmiş.  

 

Zamanın görecelik kavramını savunan Einstein'a göre zaman üç boyutlu bir düzlem üzerinde ilerlemekte. Teoreme göre bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Yani bulunduğumuz yer ve mekânda cisimsel olarak algıladığımız süre duruma göre değişiklik gösterir. Eğer ışık hızına yakın bir hızda hareket edebilseydik zaman çok daha yavaş akardı. Ancak bunu biz fark edemezdik bizi dışardan gözlemleyenler fark edebilirdi. Işık hızında zamandaki hızımız sıfır olduğu için zaman bizim için dururdu. Einstein zamanın göreceliğini güzel bir kızla geçirilen bir dakikayla elinizi ateşe tuttuğunuzda geçirilen bir dakikayla açıklarken ünlü felsefecilerde zaman konusunu anlamaya çalışmıştır. Aristoteles, harekete bağlı bir zaman tanımı yapmıştır. Ona göre geçmiş ile gelecek zamanı bağlayan ve onlarla sınır oluşturan şimdiki an, zamanın sürekliliği ve bağlantısıdır.  Ünlü düşünür ve teolog Aurelius Augustinus, “zaman nedir?” sorusunu hiçbir şey geçmeseydi geçmiş olamazdı. Hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olamazdı. Hiçbir şey olmasaydı şimdi olamazdı diye ifade etmişti. Kimine göre saydam bir madde, kimine göre bir yarısı geçmişte kalmış yok olan diğeri henüz gerçekleşmemiş, olmayan madde, kimine göreyse bir devinim. Yani kendinize geçmişte bir düşüncenizi başlangıç noktası olarak belirlerseniz düşüncelerinizi farklı yıllarda sorgulayıp zamanın devinimine tanıklık edebilirsiniz.

 

Bense bütün bunları bir kenara bırakıp zamanla ilgili bambaşka şeyler düşünmek istiyorum.  Bir gece dünya kendi etrafında dönmeyi bıraksa zaman durup bekler mi? Görecelik kavramına göre herkes için farklı geçen zaman eşitlenir mi? En ‘mutlu’, ‘üzgün’, ‘heyecanlı’… Anlardan herhangi birinin içinde hapsolsaydık hâlâ aynı duyguyu hissetmeye devam eder miydik? Zaman dünyanın etrafında görünmez bir çember olabilir mi? Eğer müdahale edilebilseydi kozmik ana akımdan başka bir yan akıma uğrayan zamanda bir sabah herkese verilen rol değişseydi, bir önceki yaşamı hatırlamak mümkün olur muydu? Bu öylesi bir sarmal ki geçmiş geleceğin sebebiyken, gelecek şimdinin ellerinde ve bazen her şey bir yaprağın vaktinden önce yere düşmesiyle bile değişebiliyor. Yani milyonlarca gelecek ihtimalinden birini basit bir yaprak belirleyebiliyor ve insanoğlu bunu her şey bittiğinde dahi fark edemiyor.   Sahip olunamayan tek şey olduğu için mi, zaman bu kadar değerli. İnsanlar zamanı satın alabilseydi ve bu dünya yolculuğunu sonsuz kılsaydı nasıl olurdu hiç düşündünüz mü? Zamanı satın alan insan aynı anda birkaç farklı hayat mı yaşamak isterdi yoksa yaşadığı hayatı uzatmayı mı? Dünyadaki sayılı bilim insanına zamanı fonlamak için dünyada bir bağış sitesi kurulsaydı en çok kim mutlu olurdu? Bağış yapanlar mı? Bilim insanları mı? Tüm bu soruların odaklandığı bir nokta var. Dünyada zaman hepimiz için aynı akmıyor. Zaman; bize hissettiklerimiz kadar eşlik ediyor. Belki de herkesin kendine ait zamanı yalnızca kendi nefesi ve içinde bulunduğu duygu kadar... 



 Nimet Pilavcı

 

Kartal olmak isteyen ahtapot

   <script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"   crossorigin="anonymous"></script>

Kapı zili aralıksız çalıyor, evdeki sessizlik devam ediyordu. Herkes kendi halinde televizyon izliyordu. Televizyondaki kadın, sahte gözyaşlarıyla, ışığın yedide beşi bir hızda bir düşünceyle, ekrana taşıdığı dramın ne kadar reyting yapacağını hesaplıyordu. Bu evdeki en sabırsızlar liginde bir numaradaki yerimi koruyup “biri şu kapıyı açsın, her kimse gitmiyor işte” dedim. Birden sanki sesi ilk defa duyuyorlarmış gibi aile olarak en önemli kararlarımız otokrat düzende alınırken çalan zil eşliğinde demokratik bir oylamayla kapıyı küçük kardeşimin açmasına karar verildi. İçimden “çok zor di mi, kalkıp neden açmıyorsam” dedim. Sonra aynı aklım binlerce nedeni önüme sıralayıverdi. Hepsi çok haklı sebeplerdi. Ailecek saçma bir kendini kandırma yumağının her bir metresini birimiz sahiplenmiştik. Benim ki toplumsal nedenler, babamın ki psikolojik, annemin ki tamamen dinselken, kardeşim maalesef bu kategorilerden hiçbirine giremeyecek kadar sebepsizdi. Belki de yüzsüzdü ya da onun için hayatta sadece kendi önemliydi. Bencildi. Diğeri kadar. Kapıya gelen bir çiçekçiydi. Koridordan konuşmayı duyuyordum. Çiçekçi “ hokus pokus burada mı? Çiçeği var” dedi. Kardeşim “yok, o bi üst katta” deyip kapıyı kapattı ve söylenmeye başladı. “keşke benim diyip alsaydım, ne anlayacaklardı.” Annem “kimmiş o?” Babam “ne çiçeği?” bir an gözler bana bile çevrildi. Ben, biraz bana çiçek gelmemesine mahcup birazda çiçeğin bana gelmemiş olmasının verdiği ezikliği saklamaya çalışacak kadar aldırmaz, telefonla oynamaya devam ettim. Çiçek üst komşuya gelmişti. Annem üst komşuyu sevmezdi. Halıları balkondan çırptığı ve sürekli pervazları suyla yıkayıp camları mahvettiği için birkaç kez ciddi tartıştığı da olmuştu. Annem “kim gönderdiyse” babam “kim olacak ya oğlu ya kızı, millette evlat var” şeklinde konuşmalar devam edip giderken ben dayanamayıp odadan çıktım. Arkamdan “nereye?” ben “eve gidiyorum ya, gelirim gene” Dışarı çıktığımda çiçek açmış ağaçların kokusu etrafı sarmış, kuşlar mutlu cıvıltılarından belli, gökyüzü açık ve bulutsuz mavi (gökyüzü bulutsuzken hep eksik gelmiştir bana) arabama bindim. Eve mi gitsem yoksa öylesi gezsem mi diye düşünürken evin yoluna çoktan sapmıştım bile. Kafamın içinde sürekli bir tiyatronun oynadığı karışık gösterilere bilet tüketen sinapsislerimin coştuğu her şeyin hem çok anlamlı hem de anlamsız geldiği bir gün yaşamıştım. Hayat onlarlayken şınav çekmeye benziyordu. Hareket basit ama sürekli aynı hareketi yapmaya çalışmak bir süre sonra dayanılmaz bir acı vermeye başlıyor. Kaslar kuvvetine göre dayanıyor ve sonunda illa ki pes ediyordu. Ailemle aramdaki ilişkim tamda buydu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onnnnn… Olmuyor deyip bırakıyordum. Bırakıyordum çünkü bırakmasam iki taraf içinde acılı şeyler oluyordu. Bilirsiniz işte kalp kırıcı konuşmalar. Ertesi gün bir arkadaşımın telefonuyla uyandım. Çoktan öğlen olmuştu. Xsra “kıız uyanmadın mı?” ben “yaa napiim uyanıp ne güzel uyyorm işte” Xsra “ eee nası gidiyo hayat?” ben “ iyiiiii, aynı günü yaşıyorum sürekli” Xsra “he gene depresyon modun açık kalmış” ben “yok ya hayatın hormonlu zamanına mı denk geldim nedir?” Xsra “neyse sabah sabah kafa açma, baksana Tahausa’da çiçeklerde indirim var. Gitsek mi?” ben “diyosuun ne zaman peki” Xsra “şimdi uyandıysan, gel beni al” ben “ee iyi alayım bakim” Xsra “tamam bi saate gelir misin?” ben “hıhı”.  Yaklaşık 2 saat sonra Xsra’yla Tahaus’a gittik. Xsra “millete bak ot meraklıları” ben “bizde öyle” Xsra “yok bee anneler gününü ucuza getirem dedim” ben “mantıklııııı” Herkes gibi bizde orkide reyonunu gezdik. Baktık, inceledik, aldık, bıraktık. Renk seçtik geri vazgeçtik derken kiremitle mor karışımı renge sahip orkidelerden birkaç tane aldık. Arabanın arka koltuğuna orkideleri emniyet kemerlerini takıp özenle yerleştirdik. Xsra’yı eve bırakıp kendi evime geçtim. Orkideleri camın önüne koydum, harikaydılar. Sulasam mı? diye köklerini inceledim. Kararsız kaldım. Fotoğraflarını çekip anneme attım. Beğendi mi beğenmedi mi anlayamadım. Benim tarafımdan ona yapılan jestlere genelde sessiz kaldığı için hatta bana karşı doğduğumdan beri sessiz moda alınmış gibi davrandığından çok üstünde durmadım. Ne de olsa iyi şeyler yapınca şımarmayım diye övmeyen, sadece misafirlerin yanında “kızım” diyen bir kadın. Bunu anlamaya ve hatta çözmeye çalıştığım çok oldu ama bu düşüncelerin üzerimde yaptığı baskıyla agresifleşip genelde ona da bu yüzümü gösterip hep bana karşı neden soğuk ve ilgisiz olduğunu alttan alta ima eden sözleriyle karşılaştım. İçimden kendime acımayı bırakıp daha umursamaz olmaya başlayalı birkaç ay oldu. Aramızdaki ilişki için yeni kararım. Soracağını da sanmam. Çünkü bazen kendimi çok iyi saklarım. Tabii o kadar umurunda olmadığımı da düşündüğüm olmuştur.  Birkaç gün sonra annemi aradım. “çiçeğini getiriyorum evde misin?” dedim. Annem “yok şimdi et balığa gidiyoruz” ben “hımmm ne zaman getireyim” Annem “ben söylerim sana” bu cümle bile içimde küçük bir ışık yakmıştı. Aşırı hassas ve sevgiye muhtaç aç kalbim buna bile sevinmişti. Çiçeğin sahibine ulaşmasının belirsiz bir süre içermesi canımı sıktı. Zavallının paketini yırtmaya karar verdim. Onun paketinden çıkardığımda işten eve gelmiş ve pijamalarını giyip rahatlamış gibi hissettiğini düşündüm. Köklerini inceledim. Su ister misin? Diye sordum. Camın önüne diğerlerinin yanına koydum. Onları izlerken içimden kendime mutluluğu küçümseme dedim. Aslında o günlerde kendi kendime konuşma konusunda baya ilerlemiştim. Sese gerek yoktu. Bir ben vardı, birde “hasta ben”. Bazen “hasta ben” beni çok yoruyordu. Hayatımdaki tüm önemli kararları o veriyor, onun canı sıkılıyor, o depresyona giriyor, o saçma şeyler yapıyor, o birilerine laf ediyor, o işe gitmek istemiyor, o her şeyden nefret ediyordu. Bazen diğer ben’in tüm vakti onun yaptıklarını düzeltmeye çalışmakla geçiyordu. Mesela bazen iş yerinde ona gelen bir telefona bağırarak cevap veriyor, diğer ben kibarca telefonu onun elinden alıp işi toparlamaya çalışıyordu ya da işin en yoğun olduğu zamanlarda canı bahçeye çıkıp gezmek istiyor, çocuk parkına gidiyor salıncakta sallanıyor garip bakışlara aldırış etmiyordu. Keyfine düşkündü “hasta ben”. Diğer ben insanları seçmesi gerektiğini herkese güvenmemesi gerektiğini söylerken o bunu da sallamıyordu ama sonrasında kalbinin ne kadar acı çektiğini hatırlayıp insanlara karton varlıklarmış gibi davranıyordu. Karton insan deyip insanlara karşı  bir şey hissetmeyi, güvenmeyi ya da bir sorunu paylaşmayı bırakıyordu. Hatta bu yüzden diğer insanları bencilce kırıyordu. Hasta ben, asi bir at gibiydi. Çalışma hayatımda ya da sosyal çevremdeki insanlarda bu iki benli halime alışmış gibiydiler. Hasta ben bir gün iş yerinde kimsenin sevmediği bolca arkasından atıp tuttuğu müdürün gereksiz boş konuşmalarına sinirlenmiş ve adam kapının eşiğinden adımını dışarı atar atmaz kapıya çılgın bir uçan tekme savurmuştu. Odadaki diğer insanlar hem çok şaşırırken hem de içlerinden kendilerinin cesaret edemediği bir şeyi yapmamdan büyük zevk almışlardı. Hasta ben şişirilen egosuyla uçarken diğer ben ona sadece kızmıştı. Yine de hasta ben’in bu hesapsız davranışlarına karşın iş yerinde sevilmiş hatta insanların sırlarını anlattığı fikir danıştığı biri olup çıkmıştı. Bunların bir önemi var mıydı? Hasta ben için bir önemi yoktu. O keyfine bakarken diğer ben, onun bu yaptıklarına bir kılıf uydurmaya çalışıyordu. Hasta ben içimde büyüyordu. Diğer ben günler geçtikçe sessizliğe bürünmüş, hatta başını alıp gitmiş gibiydi. Meydan tamamen hasta ben’e kalmıştı, bazen isyan ediyor, bazen aşırı saçma mutlu oluyor deli tiz kahkahalarıyla kendi karanlığını dinsel bir temayla sergileyen kendini yargıç sanan aslında hiçbir bok olmayan insansıları rahatsız ediyordu. Hasta ben’in içinde bu türlere karşı derin bir nefret büyümeye başlamıştı. Yüzlerinde sürekli örnek seçilmiş insan olduklarının ifadesiyle binbir surat gezişleri ve insanların bunu gördükleri halde gerçek olmayana karşı duydukları saygı, hasta ben’i bazen çileden çıkartıyor, ağzına geleni söylüyor, açık açık küfrediyordu. Gerçek ben ortadan kaybolduğundan beri hasta ben meydan bana kaldı artık yeni düzen deyip iyice duygularına göre hatta canı nasıl istiyorsa öyle hareket etmeye başlamıştı. Telefon konuşmalarında milletin yüzüne kapatan, isteklerini daha baskın ve kararlı ifaden, annesini acımasızca içinde hissettiği gerçeklere göre kıra parçalaya duygularını zırlamadan anlatan taraf olmuştu. Sanki artık dik duruşumu sağlamlaştıran çelikten bükülmez bir iskeletim olmuştu. Hasta ben’i sevmeye başlamıştım. Kabullenmiştim. Bazen aklıma zor şeyler sokuyor ve bunu yapamayacağımı söylüyordu. Kulağıma sürekli gerçek duygularımı bastırdığımı, ailemin onayı için kaç yüzyıldır da böyle yaşamanın bana mutluluk verdiği kandırmacasına kendimi inandırdığımı söylüyordu. Aynaya her baktığımda ensemin arkasında belirip ahtapot görünümlü bir kartal olduğumu söyleyip duruyordu. Ahtapot değildim ama kartallar gibi de hiç değildim.  Bu hasta ben ne zaman hayatıma girmişti? Bir ses olarak doğduğu zamanları hatırlıyorum. Biriyle tanışmıştım, Ateşle. Ondan beri yavaş yavaş büyüyüp beni ele geçirdi. Ateşin peşinde bir ahtapottum. Bazen de ateş benim peşimdeydi. Aramızda bir cam vardı. Bana yaklaştığında ben haşlandığım için bir süre sonra onunla yapamaz hale geliyordum, onu delirtip kendimden uzaklaştırıyordum. Soğuduğumda tekrar bir şekilde onu buluyordum. Ateşe baktığımda kendimi bambaşka diyarlarda buluyordum. Ateş bana bir yerde annemi hatırlatıyordu. Annem beni hiç istediğim gibi sevmemişti. Ateş, anneme benziyordu beni sevebilirdi ama o da bir süre sonra beni yakıyordu. Her neyse Ateş’le tanıştıktan sonra hasta ben içimde her gün biraz daha sesini artırdı, kendini kabul ettirdi. Dünyanın sınırları olmadığını ama benim çok fazla sınırlarımın olduğunu kendimi ahtapot sandığımı ama benim kartal olduğumu söyledi. Yine bir gün aynaya bakarken, diğer beni unutmuşken, Ateş’le artık olamayacağımı tamamen anlamışken bana fısıldadı. “hadi çık şu akvaryumundan” dedi. Çıkmak için konforlu alan güvendiğim birileri olmalı dedim. Benimle alay etti. Önce annemle konuşmalıyım dedim. Hasta ben bunu ilginç bir şekilde mantıklı buldu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi. Hasta ben galiba ehlileşiyordu. Sustu ve ortadan kayboldu. Zihnimde kimse kalmamıştı. Duygularım ve kalp sızıları vardı. Tüm bunlar olurken deniz kıyısında karettakarettalara ayrılmış sakin bir plajda deniz dalgalarıyla uzun bir yürüyüş yaptım. Sesi uzaklaşan diğer ben’le vedalaştım ve anneme artık bir kartal olmak istediğimi anlatmaya karar verdim ama öncesinde kız kardeşime bahsettim. Eğer sana bu konuyla ilgili bir şey söylerse lütfen benim tarafımda ol dedim. Kız kardeşim her zamanki üstten ve alaycı tonuyla merak etme ama neden ahtapot olmak güzel değil mi? diye sordu. Öyle ama ben rüzgârı hissetmek istiyorum ve bunu sürekli düşünür oldum, içimdeki hissi susturamıyorum artık dedim. Kız kardeşim böyle şeyler hissetmiyor olmanın verdiği üstün mutluluğu yine ses tonuna yansıttı. “tamam, söylerse senin savunurum.” dedi. Bu kısa ruhsuz konuşma sonrası nedense onu da kendimi de yargıladım ama artık havaalanındaydım, verdiğim kararın sağladığı iç huzurla telefonumu tamamen kapattım ve uçak havalandı. Telefonu açtığımda cevapsız çağrılar ve annemden gelen üzücü mesajla gerçek dünyaya iniş yapmıştım. Yanına gidemedim, hasta ben beni terk etmişti. Yoktu ona ihtiyacım vardı ve kendimi deli gibi yargılamaya başlamıştım. İçimde fok balığına benzeyen çirkin bıyıklı bir balık belirmişti. Süreci yargıç olarak yöneteceğini ve benim zaten uçarı kaçarı olduğumdan haksız ve mahkemeyi kaybedeceğimi söyledi. Üzgündüm. Çünkü kendimi kartal olarak hayal etme cesaretini göstermiştim. Uçmak zordu. Yine de annemi görmek istedim. Çünkü Ateş uzun zamandır yoktu. Onu özlediğimde de annemi özlüyordum, şimdi her ikisinden de aynı anda kopmak bir ahtapot için susuz kalmaya benziyordu. Ateş şimdi ne alaka dedim. Kendi kendime ağladım su çok sıcaktı ve akvaryum kaynıyordu. Eve gittiğimde küçük umursamaz bir topluluğa benzeyen ancak düştüğünde “aaa bak işte demiştim düştü ileri görüşlülüğündeki babam ve erkek kardeşim, sinirli annemle birlikte vakit öldürmekteydi.” Erkek kardeşim neden doğum gününü kutlamadığımı sordu hemen. Herkes ekstra tripliydi. Babalar gününü kutlamadığım için babam, kartal olmak istediğim için annem, doğum günü içinde salak kardeşim kendi çaplarında onların varlığının benim dünyam için çok önemli olduğunu düşünmekteydi. Oysa ben ahtapottum kan rengimiz uyuşmuyordu. Annem asık yüzüyle beni vazgeçirmek için sessizce oturuyordu. Diğerleri de benden rahatsız mimikleriyle beni istenmeyen ilan etmişlerdi. Benim doğum günümü hiçbir zaman hatırlamayan aile fertlerine biraz isyan ettikten sonra sevgili anneme aldığım kolyeyi uzattım, oralı bile olmadı sonra kartal olmaktan vazgeçtim sadece şakaydı dedim. Bir süre sessizce youtube izlediği çok sıkıcı yemek programını birlikte izledik içimde biri uçurumun kenarındaydı. Hava karardı ve ben onları Caravaggio tablosu gibi geride bırakıp eve döndüm. Yolda kızacak kimse bulamadığım için Ateş’e sövdüm biraz. Onu sadece dünyaya getirip bunu başarı sayan ailesine de sövdüm. Eve geldiğimde hasta ben’den yine haber yoktu. Birden telefonum çaldı. Şaşkındım, çünkü arayan Ateşti. Kendi başına yanmanın onu mutlu etmediğini söyledi. Bir saat konuştuk. Sosyal medyada kartal olma eylemime dair bıraktığım izleri görmüştü. Kendinden dolayı olduğunu düşünmüştü. Haklıydı ama yüzde on yedi onunla ilgiliydi. Yüzde elli üç hasta ben. Kalan yüzde otuz zaten benim kendimdi. Telefonu kapattığımda kendimi daha cesur hissetmiştim. Kartal olmak güzeldi ama ben hala ahtapottum. İnsanlar beni ahtapot sanıyordu. Annem de öyle kalmaktan mutlu olacağıma inanmıştı. Günler öylece geçerken bir gün ayna karşısında kendimi izlerken hasta ben’in yeniden sesini duydum. Benimle alay etti. Aciz bir korkak, sevilmeye muhtaç ama asla annesinden tam puan alacak kadar sevilmeyen bir ezik olduğumu söyledi. Annemi aradım, sesi keyifliydi. Benim onun için fersah fersah geçmişte kaldığını varsaydığı isteğim aklına bile gelmiyordu, nasıl hissettiğim aslında hiç umurunda değildi. Onun kendi duyguları ve önemsedikleri vardı ve ben o listede 3. yedekteydim. Kartal olma isteği beni yiyip bitiriyordu ve bu sadece geceleri beni uykusuz bırakıyordu. Hasta ben aslında gerçek bendim ve artık kendini göstermek istiyordu. O sabah kartal olarak güne başlamaya karar verdim. Bu çok zordu. Uçmak zor bir eylemdi ve herkesin gözü üzerindeyken sudan çıkmak bambaşka bir deneyimdi. İçimdeki tüm seslere susmalarını söyledim. Sadece yaptım ve böylelikle kartal olma yolculuğum başladı. Annem uzun süre bana küstü mesafeli birlikteliğimize birkaç bin kilometre daha ekledi ama artır ben artık bir kartaldım ve o da zamanla bu gerçeği kabul edecekti. Hasta ben aslında gerçek bendi ve onun sesini yıllar önce kapatmışlardı çok sessiz kaldığım zaman onu duymaya başlamıştım…


Nimet Pilavcı

3 Haziran 2023 Cumartesi

 BEN DÜNYA'DA YENİYİM

Onlar bilmiyor, hiç kimsenin haberi yok. Bende şans eseri öğrendim ya da hayır şans eseri değil, çok sorduğum için kafalarını şişirdim galiba. Birden söyleyiverdiler. İlk duyduğumda donup kaldım. Basitliğin karmaşası sardı içimi. Suyun aniden eksi 20’leri görünce donup kaldığı gibi kalbim buzdan bir heykele dönüştü içimde. Gözlerim buğulu değil artık buzlu bakıyordu, gerçek olmayan gerçeğe. Oyun deyip basite aldıkları yaşamak düşü; bütün bunlar romantik söylemlerdi. Her şeyin bir gerçekliği vardı. Vardı da hangi otorite bunu yargılayabilirdi ki. Ya da herkesin umurunda olsa, tüm insanlık bilse ne değişirdi? Bazen gerçek gözümüzün tam önünde durur ve biz yanında geçip gideriz. Görmezden geliriz. İşte tamda böyle her şey. Son günlerde kendimi yalnız, umutsuz ve çok görmüş geçirmiş hissediyorum. Oysa henüz 30’ların başındayım ve neredeyse sıradan insanların çoktan yaşadığı şeyleri bile yaşamadım. Mesela çok sevilmedim. Mesela kimseye yurt olamadım, mesela çok ülkede görmedim ya da paraşütle bir yerlerden aşağı atlamadım, belki ciddiye de alınmadım. Herkes için kolay oluverdim bazen. Kolay affeden, kolay kabul eden, kolay seven, kolay üzülen, gönlü kolay alınan, kolay, kolay, kolay… Yaşamın bana hissettirdiği tek duygu, en iyi hissettirdiği üzülecek bir şey bulup onlara üzülmem oldu. Bu bazen çöp kenarında ateş yakıp kimin dünyasını nasıl alt üst ettiğini bilmeyen sığınmacılar olur, bazen şefkate muhtaç üzgün gözlerle etrafımda dolanan bir sokak köpeği, bazen sevgisine bir türlü inanmadığım sevgili, bazen cadde, sokak ya da bir tarla kenarında başı vurulur gibi kesilmiş bir ağaç. En çokta ağaçlara üzülüyorum. Onların sessiz iyilikler olduğunu düşünüyorum. Sessiz, mutluluk veren, gölgesinde şenlendiğim, rüzgârda şarkı söyleyen yapraklarını dinlediğim ağaçları neden keserler ki? Anlamıyorum. Onları yok eden birinin kalbi olabilir mi? Gerçekten neyi sever? Sevdiği her şeyi sorgularım. Neden melankoliksin? “Çünkü ağaçları kesiyorlar. O yüzden” diyemediğim için başımı önüme eğip yalancı bir gülümseme yapıştırıp suratıma “hayır”  derim hep. Yaşamak güzel şey. Nefes almaya muhtaçken, akciğerlerinle aran kötüyken ya da hayatın kıyısında tutunmaya çalışırken uçurumdan aşağı bakıp kara parçasının değerini anlamak gibi. Bıraksan kendini düşsen aşağı, ne olacak ki? Başka bir başlangıcın içinde bulacaksın kendini. Sen insansın. Ne kadar aşağılık anların olsa da. Sana neden böyle sonsuz bir ödül verilmiş, hiç düşündün mü? Düşünüyorum ama bulamıyorum ben. Sen bulursan bana da söyle. Buna ihtiyacım var bugünlerde. Birde herhangi bir yerde toprağa gömülmeye. Kapatın üzerimi ve gidin. Yok, olayım şuracıkta. Sancılı yaşam, umutsuz yaşam bu sonrasızlık bitsin. Ne olacaksa olsun. Çok yorgunum. Ben beceremiyorum çünkü. Hayatın olağan akışında insanların saçma mutluluklarına, sevinçlerine bakıyorum ve sesi olmayan sesli bir videoyu izler gibi yavan buluyorum. Oysa eskiden çok sevindiğim, kalbimin delicesi çarptığı zamanlar vardı. Acılar gerçekti, mutluluklarda öyle. Ben gerçektim. Şimdi bir gölgenin yansımasıyım. Yansıma diyorum o kadar açık griyim. Sessizce izliyorum. Numara yapıyor, hayatın akışına kapılıyormuş gibi basit dertleri takıyormuş gibi yapıyorum. Kimse anlamasın diye bazen iş yerinde birine sinirleniyorum, hoşuma gitmeyen bir şeylere isyan ediyorum ya da öylesine birileriyle sohbet edip planlar yapıyorum. Gerçekliğimi yitireli çok olmadı ama dikkat çekip bir hikâye çıkartmak güzel olur dersen 13 gün 2 saat 39 dakika olmuş. İçimden sadece gözyaşı dökmek geliyor. Geçmesini beklediğim yara iyileşmiyor adeta bambaşka bir yaratık büyüyor içimde. Her gün bir yeri beliriyor. Resim netleşiyor. Bu şey bana ne yapacak korkuyorum. Ruhumu hapsedip kendi ruhu mu yapacak? Başka bir dünyadan geliyor. İçimde büyüyor. Ben de büyüsün diye uğraşıyorum farkında olmadan. Son günlerde daha hızlı büyümeye başladı. Sadece şekil olarak mı değişik yoksa başka yetenekleri de var mı? Beni başka biri mi yapacak? Hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Fısıltı, fısıltı, fısıltı. Neyi çektiğime dair hiçbir fikrim yok.  Tek istediğim sıradan olmakmış. İsteyince olan şeyleri istemeyi nasıl isterim? Ben isteyemiyorum. Dilim söylese de içim titremiyor. Kendinden umudu kesmiş olmak böyle bir şey mi? İnsanların hepsi bu söylediklerimi yaşıyor mu? Hayatlarının herhangi bir döneminde? İstemek bile hadsizlik gibi geliyor bana. Toz taneciğinde yaşayan küçücük mikroskobik varlık neden umursansın ki? Neden umurunda olsun ki? O neyi bilirde ister? O, ne bilir ki? Ne zaman istemek mevzusunu açsam kendime bunları söylüyor. Sonra insanlara bakıyorum. Yaşamlarına, dünyayı tüketme şekillerine, söylediklerine, güldüklerine, konuştuklarına. Bir hata olmalı. Bir yerde bir hata olmalı. Nasıl beceriyorlar hiç yok olmayacak gibi mutlu olmayı? Ben nasıl farkındayım böylesi. Bu geçici bir hal mi? ya geçer bende onlar gibi olursam. Belki de onlar gibiyim. Yarın erken kalkmalıyım. Görüşmek istemediğim biriyle randevum var. Hayat ne tuhaf. Yani hayatın bizi gördüğü, duyduğu yok ama yine de bunu demek insanı hafifletiyor. Görüşmek istediğin, deliler gibi görmek istediğin insanı sonsuza kadar kaybedip görüşmek istemediğin başka insanlarla görüşmek zorunda olman. Devam edebilmek için buna ihtiyaç duymak. Kuruyemişin içinde sevdiğin yemişin çok çok çok az kalmış olması gibi. Anlamsızlığa bu kadar anlam yükleyen de anlamlı şeyleri anlamsızlaştırıp bir köşeye atan da benim. Ben, kimim? Düştüğü kuyudan çıkmaya çalışan kafasının içinde kendiyle kavga eden insanları sevmeyen ve en çokta kendine düşman olan kimine göre asi, kendine göre ucuz bir ruhum. Koşturan insanlar görüyorum, trafikte bir saniye öne geçmek için birbirine korna çalıp, kendilerinin olunca kutsal, önündeki arabadakinin olunca ana avrat küfredenler. Çocukken okuldan eve belediye otobüsüyle dönerdim. Sıkışık insan dolu, ter kokan, eylemsizlik hareketiyle birbirine çarpıp duran sessiz insanlara bakıp içimden onlara bağırırdım. “ilk hangimiz ölecek? Bilen var mı?” diye sorar tahmin etmeye çalışırdım. Sonra sıra bana gelirdi. Önce ben ölürsem derdim. Otobüsten inince karşıdan karşıya geçerken bacaklarım titrerdi. Ölüm korkusunu ilk bacaklarımda hissederdim. Ben hep mutsuzdum. Mutluluk nasıl bir şey aklıma yatmazdı. Mutsuzlukta etime sürten bir bıçak gibi değildi. Sakindi. İnce bir sızı olurdu içimde. Hep bir kaybetme korkusu. En çok annemi kaybetmekten korkardım. Eve koşarak giderdim. Ölmeden önce yetişeyim isterdim. Gittiğimde sağlıklı olduğunu görünce içimde çiçekler açardı. Annem anlamaz bana hep kızardı. Çocuksuluğum ona dokunurdu. Belki de asla büyümeyecek olmamın korkusu sarardı. Haklıydı. İçim hep çocuk kaldı. Büyümenin tatlı sancısı hiç sarmadı beni. Ergenlik, yetişkinlik dikkatimi çekmedi. Beni hep çocukça mutsuzlukların içinde çiçek açan küçük mutluluklar ilgilendirdi. Ben büyüdükçe çocukken uzanamadığım mutluluklara uzanabildikçe sevindim. Mutlu oldum. Kısa sürdüler, ama olsun. Böyle bir şeydi demek dedim. Sonra insanlara baktım. Sevinçleri gereksiz geldi. Ya da asla uzanamayacağım şeyler olup çıktıkları için kendi içimde küçümsedim. Evet, öyle yaptım. Bana uzak sevinçleri hep küçümsedim. Böylelikle bastırıp yok etmesi kolay oluyordu. Yazmaya da çocukken başlamıştım. Kendime masallar uydurmam gereken zamanlar oluyordu. Aklımın bir köşesinde oyunlara dalmak iyi geliyordu. Sonrasında da bırakamadım. Bir hastalık gibi içimden çıkıveriyordu. Yanımda hep küçük not defterleri taşımak zorundaydım. Aklıma sürekli olur olmaz yerlerde şiirler gelirdi. Yazmazsam sonsuza kadar kaybederdim onları. Sonra hani bir şarkı duyarsınız ama adı aklınıza gelmez, mırıldanmaya çalışırsınız bulamazsınız, takılıp kalırsınız ya. İşte öyle bir şey oluverirdi o mısralar bende. Yazmak kendimle dertleşmek gibiydi. Kendimi bana cevap vermeyen defterlere dökmek, yaralarımı iyileştirirdi. Zamanın benimle işi kalmazdı yazarken. Ne ben onu sorardım ne de o beni. Sadeleşmekti yazmak. Ruhunun bir yerlerde kendi müziğinde dans etmesiydi. İşte böyle bir zamanda başladı, evrene merakım da. Binlerce ışık yılı uzakta bir yerde yaşamak, bir sabah uyandığında Satürn’ü dünyada bulmak, ağaçlarında çorap yetişen tarlalar, kötü adamlardan kaçan kaktüs oğlanın bir fareye yem olması, bunlar hep rüyalarımın bana sunduğu hayran kalarak izlediğim bilinçaltı zırvalıklarımdı. Öyle sıkı sıkıya sarıldığım bir hayalim hiç olmadı. Olanlarda ne kadar gerçek oldu. İstediğim mi oldu, olana mı razı oldum. Düşünmek bile istemiyorum. Dünyadan vazgeçmiş olmayı diliyor bir tarafım, diğer tarafım sıradan insanlar gibi mutlu olmayı denemeye çalışıyor. Sonra hepsi içimde bir yorgunluğa dönüşüyor. Her şey yabancılaşıyor. Herkes çoktan başka bir gezegene taşınmışta ben burada unutulmuşum hissine kapılıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. Hep aynı yerdeyim sanki. Yokluğun ortasında yokum. Varlığın ortasında hiçim. Hiç olmak herkesin beceremeyeceği bir ayrıntı. Dünyada çok can yakıcı sorunlar varken benim sürekli “buram uff oldu” diye geziyor olmam ne büyük şımarıklık diyorum bazen. Kendimi öylesi küçümseyip ötekileştiriyorum ki. Sonra dünyayı düşünüyorum. Toz taneciğisin sevgili dünya, kendini beğenmiş insanlık diyorum. Biri bana neden değerli ve yaratılmaya layık görüldüğümüzü anlatmalı. Bak şu yüzden demeli. Bir sürü sebepten ya da. Bende ikna olmalıyım. “aa bak ne değerliyim” diye başım ve sırtım dik gezmeliyim. Sonra kim bilir değersiz bir şeyler yapıp daha da değerli olduğumu düşünmeliyim. Ben neyim? Bilimsel olarak bir açıklamam var. Etten ve kemikten yaratılmış, yok ortaya çıkarılmış biyolojik bir varlığım. Varım. O yüzden sonsuza kadar saçmalayabilirim. Bedelini ödedikçe tabii. Peki, ben bir çiçeğe dönüşebilir miyim? Ya da bir tost makinası olur mu benden? Atomlarım sürekli kendini yenileyen bu dünyada farklı şekilde buluşur mu? Saliselerden daha küçük birimler içinde. Kaybolabilir miyim? Sonsuza dek evrendeki kara deliklerde gezebilir miyim? Gezsem gördüklerime şaşırırım kesin. Ama şu an canım hiç gezmek istemiyor. Tek istediğim uyumak, uyumak, uyumak. Bilinçaltımda yenidünyalar, acayip heyecanlı olaylar keşfetmek. Sonrasında mutlu hissettiğim bir anda uyanmak. O gün tekrar gelecek mi? mutlu olduğum o gün. Uykumda mutluyum, mutlu uyandım dediğim o gün. Gelecek mi? bunun çaresi neden böylesi bir. Susmak. Burada susmak en iyisi. Ben iyi değilim. Okyanusun ortasında kendi kendime yaşadığım derin çaresizlikle bir sigara yakmak ve beynimin salgılayacağı “dur, iyisin” hissi yaratacak bir göz kırpışa muhtacım. Bazı insanlar görüyorum. Onları yeni doğmuş gözleri henüz açılmamış kedi yavrularına benzetiyorum. İnsanları seven var mı? Masum hayvanlar dışında. Bir kap yemek, başını okşayacak kadar sevgi, sıcak bir yatak için seven hayvanlar dışında? İnsanlar gerçekten insanları sever mi? yoksa onlar bir arada oldukları için mi seviyormuş taklidi yaparlar. Bir insan dünyada en fazla kaç can yakabilir. Kaç ölüme sebep olur. İçinde taşıdığı cevherleri kendi kendine nasıl bitirir? Onlardan biri de ben miyim? Tüm bunların bir cevabı vardır elbet. Bilen birini bulmalıyım. Ona sormalıyım. Çünkü bu sorular aniden donup kalan heykellere dönüşüyor zihnimde. Zihnim tam bir müze. Hayat bir zamanlar akmış, yaşanacaklar yaşanmışta kalıntıların taşınıp alarmlarla, mesafelerle saklandığı bir yer olmuş gibi. Beni anlayan var mı? Bu kuyuda sessizce kendimi mi delirteceğim. Kendimden kaçtıkça nefesim tükeniyor, soluksuz kalıyorum. Bazı dakikalar hiç geçmiyor. Aklımın en büyük hayal kırıklıklarını o dakikalarda yeniden tekrar tekrar yaşıyorum. Eylemler gibi duygularda domino etkisi yaratıyor diyorum. Beni mahveden bu garip duyguyla birlikte yaşamaya, anlaşmaya çalışıyorum. Bu kadar mutsuz olduğum için kim daha çok mutlu oluyorsa ben onu kıskanıyorum. Bıktım kendimden. Senden, dünyadan, hep bir cevap bekleyen insanlardan. Sabah erken kalkmaktan, işe gitmekten, selam vermekten, öğlen yemek yemekten, akşam servisle eve dönmekten. Diyet çorba gibi yaşamaktan. Uçup gitmek istiyorum. Kanatlarım olduğunu hayal ediyorum sonra bir kuşun yerden gökyüzüne nasıl özgürce kanatlandığına hayran hayran bakıyorum. Bazen kimsenin olmadığı ıssız yerlerde kuşları taklit ediyorum ama ben uçamıyorum. Gökyüzü çok uzak. Ben çok küçüğüm. İnsan bilmiyor ama çok acizler. Vazgeçtim dediği şeylerden kurtulamıyorlar.

 

BÖLÜM 2

Bu kadar uzun “ben”in ardından kim olduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Ben bozkırın ortasında yeşil ürpertici bir damarın içinde yüzyıllardır sürüklenen birçok şehir görmüş, birçok insanla bakmadığı yerde göz göze gelmiş bir taşım. Evet. Bir taş. Koyu yeşil rengimle yüzyıllardır sürüklendiğim nehrin içerisinde tüm sivri yanlarımın törpülendiği dikdörtgen ve üçgen yüzeyleri olan bir yüzeyi hafif dairesel bir taş. Aslında ben tek başıma da değilim. Benim gibi üç arkadaş daha var yanımda. Birinin rengi kehribar damarlı, biri açık yeşil düz bir yüzeyden oluşuyor, diğeri de işte o son parça. Sanki bizi aramaya gelmiş gibi gözleri yerdegezen kızın hafif kırmızı olmalı diye aradığı ve kuru nehirden uzaklaşırken gözüne takılan daha çok akik rengi bir kırmızı taş. Ben ona akik diyorum. Akik’in bir tarafı insan dişini andırırken diğer yüzeyinin hafif keskinliğine bakınca onun başka bir parçasının Kızılırmak’ta kaldığını anlıyorum. Sormadım kendisine ama biraz içe kapanık, öfkeli. Neye karşı bu öfkesi bilemiyorum. Biz; ben, kehribar, akik, yeşil hep bir aradayız. Çok şey gördük. Yüzyıllardır... Nelere tanıklık etmedik ki. Irmağın deli gibi aktığı, genç kızların çamaşır yıkadığı, yüzdüğü, banyo yaptığı, çobanların koyunlarını suladığı, savaşta askerlerin endişeyle atlarında karşıya geçtiği, bir gelinin atın huysuzlanmasıyla sularında can verdiği, barajla birlikte her geçen gün suyun azalan debisine, her daim balık tutan balıkçılara, bir gece yarısı karanlığı delen ışıkla içlerimizden bazılarını toplayıp götüren uzaylılara… sonra bu kız geldi. Ben galiba burada toz haline dönüşene insanlık yok olana kadar buradayım derken… Kız beni düşen bir parçasını yerden alır gibi alıp cebine atıverdi. Şaşkındım. Bir taşı ne yapacak olabilirdi ki? Bir taşı eline alınca neden bağrına basar gibi avucunun içinde sımsıkı tuttu ki? İlk defa kendimi merak ettim. Nasıl göründüğümü? Kızın canı acıyor gibi bir hali var. Sanki kimseye söyleyemediği ama her halinden belli olan bir can acısı. Yanındakilerden başka bir âlemde gibi. Yalnız kaldığında içinden bir şeyler söylüyor. Bizi avucunda sımsıkı tutup, bir şeyler diliyor gibi. Yüzyıllardır yaşadığım evimden uzaklaşıyorum. Bir arabaya bindik o bizi giysisinin cebine koydu ve fermuarı çekti. Güvende olduğumuz için içi rahat. Arada fermuarı açıp bizi avucuna alıyor. İçinden bir şeyler söylüyor. Fısıltıyla. Duyamıyoruz. Galiba söylediklerini yanındakilerin duymasından çekiniyor. Tüm dünyanın duymasından hatta. Karmakarışık içi. Hissedebiliyorum. Çok üzgün olduğunu ve bizimle teselli bulmaya çalıştığını anlıyorum. İnsanların yaşadığı ev denilen bir yere geliyoruz az sonra. İçeri girdiğinde yaşlı, kilolu bir kadına sevinçle bizi gösteriyor. Kadın bilge gözlerle kıza baktı. Yine mi taş topladın? Dedi. Bizleri eline aldı, baktı. Kızın gözündeki sevinci kuşkuyla süzdü. Taşları kıza geri verdi. Kız buruk bir neşeyle bizi tekrar giysisinin fermuarlı cebine attı. Onunla yalnız kaldığımızda anlayacağız herhalde bize niye bu sevgiyle baktığını, avucunda sımsıkı tutup içinden belli belirsiz ne geçirdiğini anlayamıyorum. Diğerleri de benim gibi. İçimizde sürekli neden burada olduğumuz konusunda tartışıyoruz.

Bölüm 3

Kız bugünlerde kafayı yemiş gibi bir deyim var insanların kullandığı aynen öyle davranıyor. Bizi biri sanıyor. Evet, dördümüz ona göre birini temsil ediyoruz. Gündüzleri hep avucunda, çalışırken masada, koltukta otururken yanında, gece yastığının altında bizimle uyuyor. Bazen uyanıyor, yastığının altında bizi arıyor. İçimizden birini bulamadığında ki bazen yastığın altından aşağılara doğru kaydığımız vakitler oluyor o zaman kalp çarpıntılarını uzaktan bile duyabiliyoruz. Tuhaf bir hapis hayatı yaşıyoruz. Konforlu. Bir taş olarak sıcak bir ev kimsenin umurunda olmaz belki ama bir insanın avucunun içinde olmak ilginç bir deneyim. Acı çeken, yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemeyen takıntılı bir kız bu. Adını daha yeni öğrenebildik. Geçenlerde bizi iş yerine götürdü. Masanın üzerine kahve kupasının yanına koydu. İşlerine daldı. Odaya kaba saba bir adam girdi. Herkese selam verdikten sonra kızın masasına yöneldi. “Ooo Mai’de gelmiş.” Dedi. Sonra bir hamlede akiki eline aldı. “ne güzelmiş rengi, kırmızı gibi”. Bizimkinin kalp atışlarını yine duymaya başladık. Adama sanki taşı alıp gidecekmiş gibi endişeli gözlerle bakmaya başladı. Hani başkasına bir şeyi önemsemiyor gibi yaptığınız ancak içten içe deli gibi önemsediğiniz satranç taktikleri vardır ya öyle bir ifadeyle “hı evet” dedi. Adam taşa baktı, bizimkine baktı. “gözünde deliliğin parıltısını gördü.” Sonra yavaşça Akik’i aramıza bıraktı. Bizimki derin bir nefes aldı. Çaktırmadan bizi toparlayıp cebine attı ve fermuarı çekti. Kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz kim olabilirdik ki?


Nimet Pilavcı

28 Mayıs 2022 Cumartesi

 

Mezarımı Derin Kazın


Bugün yine ölmüş birine yazıyorum. Unutmaya çalışmak sürekli, defalarca aynı şeyleri tekrarlamak. Gelişi bir şenlik, hiç bahar gelmeyen yerlere bir gün güneş doğar ya öyle oluyor hep. Gidişi karanlık. Her gidişinde bir tutam saç ağartıyor. Gözlerde saklanmayan bir acı bırakıp gidiyor. Bugün arabada giderken öylece sağ koltukta varlığını düşündüm, sonra radyoda bir şarkı yükseldi içimden sızan bu şeyi susturmayı başaramadım. Herkes her şeyi kolayca unutuverirken, geride bırakmayı kabul ederken, ben niye? Niye geçemiyorum senden. O hep sevdiğimiz loş ışıkta oturdum, yanımda olmamanı isterken deli gibi yanımda olmanı istiyorum. Ne bileyim kapı çalsa açsam sen olsan diyorum. Sımsıkı sarılsam da "dur" desen. Kimse bilmese. Hepsi geride kaldı. Yeni biriyle yeni güzellikler yaşamaya başlamış bile. Ben onun için artık herkesten de öte. Tehdit unsuru. Merak etme. Unuttum evini bile. Senin yaptığın gibi yapacağım. Biraz zaman alacak. Sana çok benzeyen biriyle tanıştım. En azından bu içimden sızan şey, adının geçtiği yerde, ki senin adın olmasa bile, takılmadan nefes alabileceğim. Belki sarılırım, belki onunla da film izlerim bilmiyorum. Şans vermeden anlayamazmışım. Senin yaptığın gibi yapacağım. Başka bir evrende en güzel halinle sen, sen ol. Bende yaşamıma devam edeyim. Arada omzuna başımı yasladığını hayal ediyorum, hissediyor musun? Sımsıkı sarıldığımı, boynundan öptüğümü, hemen heyecanlandığını... Gözlerine baktıklarında başkaları da aynı şeyleri görüyor mu acaba? Orada başka bir evren saklı. Uçup gitsen bu kadar mutlu olursun ya hani öyle bir yer orası. Ben ne zaman baksam kalbim önce titrerdi, sonrası farklı doğa olayları. Bazen sakin bir deniz kıyısı, bazen fırtınalı bir gece, bazen karanlık bir orman tuhaf kuş sesleri, bazen mutlu bir akşamüstü... En çok da ne yiyelim diye saatlerce yemek tarifi bakıp sonra marketten garip soslar aradığımız zamanları özlüyorum. Bazen bulamayıp tüm marketleri gezerdik. Bim tarafına hiç gitmiyorum, sen yokken hiç gitmedim. Gidemedim. Özlemekten ölüyorum. Gelsen biz ne saçmalıyoruz, ne yapıyoruz desen...? Neyse yeni bir ilişki, yepyeni bir çelişki... Sana mutluluklar, bana zor kararlar. Alışırım biliyorum kaç defa yaptım. Bu sefer dönüş yok. Zaten tüm dönüş kanallarını kendin de kapattın. 


Nimet Pilavcı

9 Şubat 2022 Çarşamba

Ji Dabulyu

 


Çok heyecanlıydım. 25 senedir bugünü bekliyordum. Onlar bir bilincim olduğunun farkında değiller, bildikleri tek şey özel olduğum. Uzaklara gitmek fikri herkeste olduğu gibi bende de vardı ama beni özel yapan bu fikrin, ben henüz ben dünyaya düşmeden önce ortaya çıkmasıydı. Yolculuk için hazırlanmaya başladığım ilk zamanları hatırlıyorum da her şey ne kadar zor ve sabır istiyordu. Küçük parçalara ayrılmam, analizler, başka maddelerle etkileşimler, istedikleri maddeye dönüşebilmem için yapılan onlarca işlem. Artık parlak, altın sarısı, çok ince aynadan bir bedene sahibim. Yeni bedenim çok estetik ama ben bazen eski çirkin bedenimi özlüyorum. Her neyse beni bir yana bırakalım.  Dünyanın birçok yerinden bilim insanı sadece benden kocaman bir göz yapmak için çalışıyordu. Bu çok zor bir işti. Üstelik beklentileri de epey büyüktü. Onlar için sürekli fotoğraflar çekmemi istiyorlardı. Yani fotoğraf derken anın değil tabii. Geçmişin fotoğrafını çekmemi… İşte, 1,5 milyon kilometre uzağa da aslında bunun için geldim. Dünyadakilere iyi haberler verip merak duygularını tatmin edebilmek için. Aslında basit bir iş. Dünya zamanıyla çeyrek asır, geldiğim yerin zamanıyla ise sadece birkaç saat önce buralardaydım zaten. Her şey bıraktığım gibi. Burası dünya için, zamanın ötesinde. Karanlıkta milyonlarca gök taşı, yıldız, gezegen, galaksinin yaratılıp kendi yaşam serüvenini tamamladığı bir yer. Geri dönüş yolculuğum çok uzun sürmedi ama yine de dünya zamanıyla bir aydan biraz daha fazla diyebiliriz. Beni rokete koyduklarında her ne kadar oraya geri dönmenin heyecanıyla esrime halinde olsam da aklımda tek bir şey vardı. Saatler önce uzayda savrulan üç göktaşı arkadaştık biz. Bir gün yine uzun süre seyir halinde olacağımız uzay yolu üzerinde sabitlenmiş sayılacak kadar yavaş bir hızda ilerlerken devasa bir göktaşı üçümüze birden çarptı. Onlar yer çekimi kuvvetli olan bir gezegene düşerken ben savrula savrula dünyaya kadar geldim. Toprağa düştüm. Tarla dedikleri, insanların kendi vücutlarına enerji sağladıkları yere. Çiftçi Zeki beni buldu. Ona farklı geldim. Bir taştan çok daha ağırdım. Beni önce yıkadı havluya sardı. Kuyumcuya götürdü. Kuyumcu beni uzun uzun inceledi. “bu göktaşıdır, çok para eder.” dedi. Çiftçi Zeki “değişik bir şey olduğunu biliyordum, eee ne yapmalı, kime alır ki bunu?” diye sorunca kuyumcunun üniversiteye giden kızını aradılar. “elimizde bir taş vardır, göklerden gelmiştir, ağırdır.” dedi kuyumcu. Kızı “baba emin misin? gerçekten göktaşıysa Nasa satın alır. Mail atalım” dedi. Kuyumcu “eminim tabi 25 senedir altın, değerli taşı alır satarız, o harçlıklar nerden geliyor sana?” dedi. Kız, derin bir nefes aldı. “tamam o zaman Nasa’ya yazsınlar” dedi. Çiftçi Zeki “masa nedir? Afet yardım masası gibi bir şey mi?” diye biraz kendi kendine biraz kuyumcuya söylendi. Kuyumcu “hele kızım masaya sen yaz bir hele, bak bu abinin çok borcu var sevaptır” dedi. Kız söylenerek telefonu kapattı. Ben günlerce çiftçinin başucunda kaldım. Gün boyu da nereye giderse beni de torbasında götürüyordu. Kahvehanede batak oynamayı, tarlada ekin sürmeyi, ineklere ve tavuklara sabahın erken saatinde yem atmayı, köpeği akşamları serbest bırakmayı ve daha bir sürü şey öğrendim. Yeni gezegenlerin oluşumunu izleyip, evrendeki patlamalara tanıklık edip kara deliklerden kaçarken birden bire kendimi çok garip bir yaşam biçimini izlerken buldum. Günlerim artık hep böyle geçecek zannederken Nasa, çiftçi Zeki amcayı aradı. Zeki amca beni alıp daha gelişmiş dedikleri bir yere götürdü. Buraya insanlar şehir diyorlardı. Beni tekrar incelediler ve bir göktaşı olduğumu söylediler. Çiftçi Zeki benden ayrılırken epeyce mutluydu. Benim 25 sene önceki geri dönüş yolculuğum böyle başladı. Şimdi tekrar uzaydayım. Adım James Webb. İnsanlar öyle diyor. Sinbi gezegenine doğru uzay yolundayım. Göktaşı arkadaşlarıma ‘yeni ben’ ile sürpriz yapacağım. En çok neye şaşıracaklar merak ediyorum. Onları yeniden göreceğim için çok heyecanlıyım. Belki dünyadakilerle işim bitince bende Sinbi’ye yerleşirim. Şimdilik benden bu kadar, hoşça kalın.


Nimet Pilavcı