12 Haziran 2021 Cumartesi

Bir Delinin İç Sesi

 

Bir Delinin İç Sesi

Sevgili belediye bu mektubu kaleme alma sebebim; yazdığım dilekçelerin bir türlü size ulaşamaması. Ben bürokrasi işlerinde iyi değilim, eyvallahta sizde pek beni duymaya meraklı değilsiniz. Aslında ben sizi bir mekâna gittiğimde önce buyur eden sonra da göz göze gelmemek için bin dereden su getiren garsonlara benzetiyorum. Sizde muhakkak onlardan birkaç tanesiyle karşılaşmış olmalısınız. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz mahalle sakinlerinin bile farkında olmadığı ve benim birkaç kez çamur, beton ve tahta ile kapatmaya çalıştığım küçük bir çukur. Aslında asfaltı da denemek istedim ama maalesef asfaltı kaynatmak için feda edecek bir tencere bulamadım. Çukur tam olarak üst geçitten indikten sonra sağ tarafa ayrılan yolun üzerinde. Camiinin tam önünde. Arabayla ne zaman o yoldan geçsem içimde o ses yankılanıyor. Yol dar üstelik orada arabayı biraz sola kaydırıp çukuru ortalamakta kolay değil. Çukuru kapatmaya çalışmadan önce birkaç kez sürüş teknikleri dersi bile aldım. Tek istediğim o kocaman çukuru ortalayarak geçmekti. Hatta sürüş eğitmenimle defalarca çukurun üzerinden çukura girmeden geçmeyi başardım ama onsuzken başaramadım. Bende bir gece yarısı herkes uyurken bizim binanın bahçesine indim. Elimde kazma kürek gören komşular daha sonra anneme şikâyette bulunmuş. Senin kız iyice kafayı yedi demişler. Annemde ilaçlarını almıyor musun? diye günlerce beni sorguladı. Hayır, çukurla ne alakası varsa ilaçların. Hem hangi ilaçlardan bahsediyorlar tam olarak anlayamadım da.  Bahçeye elimde kazma kürek ve birde alt komşunun balkondan aşırdığım çamaşır kovasıyla indim. Geçen yaz parlak sarı renginden dolayı indirime giren yağmurluğum üzerimdeydi. Kapüşonunu başıma geçirdim ki kimse beni fark etmesin. Kazmayı toprağın bağrına salladım birkaç kez. Kazma sert bir şeye denk geldi. Taştır dedim. Sallamaya devam ettim. Ancak kazmanın sesi taşa değer gibi değildi. El fenerini açmak zorunda kaldım. Feneri açtım, nasıl bir taşsın sen dedim ki meğer taş değilmiş, apartmanın yöneticisi gençlik hatırlarını bir sandıkta bahçeye gömmüş. Sabah özür dileyip eşine teslim ettim. Bu arada birkaç fotoğrafa da bakmış bulundum. Bizim yöneticinin eşi eskiden ne esmermiş. Göz rengi bebekken değişir sanıyordum ama belli bi yaştan sonra değişenini de gördüm. Yöneticinin evinde benden sonra bir gürültü koptu, onun sebebini hala anlayamadım.  Neyse toprağı çamur kıvamına getirdim. Gittim çukura iyice yedire yedire sürdüm ve kapattım. Eve döndüm, o gece ilk defa rahatça uykuya daldım. Anladım ki benim uykusuzluğum nedeni de o geri zekâlı çukur! Sabah uyandım, duşumu aldım. Dişlerimi fırçaladım. Neşeliyim diye iştahımda geldi. Kahvaltı bile yaptım. Arabama bindim, çukuru görmek için yolumu değiştirdim. Normalde iş dönüşü o yolu kullanıyorum. Neyse birde ne göreyim. Dün gece benden sonra yağan yağmur çamuru almış götürmüş. Çukur bomboş. Şaşkınlık içinde büyük bir gürültüyle çukura düştüm. Evet, sevgili belediye ben o gün o çukura yine düştüm. Büyük bir kapana kısılmış gibi bile göre… Şaşkınlık içinde. Daha sert bir çözüm bulmayı kafaya koymuştum. İş yerinde tüm gün o çukurdan nasıl kurtulurum diye düşündüm, düşündüm, düşündüm. İşyerinde bizim çaycı Hasan abi var. Fikir ona ait. Saatlerce hareketsiz halde aynı noktaya bakmam dikkatini çekmiş. Oysa ben hareketsiz değilim, sadece düşündüğümü hayalimde uyguluyorum o kadar. Dedi ki çimento denedin mi? Ne kadar parlak bir fikir dedim. Hasan abiyi tam alnının ortasından öptüm. Çantamı aldım, çimento aramak için yola koyuldum. En sağlam çimentoyu nerden bulurum diye siri’ye sordum. Eskişehir için yola çıkılıyor dedi. Birkaç saatlik yol geceye çok var dedim. Yola koyuldum. Birkaç sapağı kaçırdığım için Sakarya’da önüme çıkan ilk inşaata girdim. El ayak çekilmiş havada kararmıştı. Çimentonun sıvısını bulamadım. Bir çuval aldım, harcı yakında bir yerde internetten bakıp yaparım dedim. Çuvalı attım arabaya saatler sürdü çukura yeniden ulaşmam. Havaya baktım, güneş yok ama ay yerindeydi. Camiinin tuvaletine indim. Tuvalet girişindeki dubaları alıp yolu kapattım. Paspas kovasına netten okuduğum tarife göre toz çimentoyu döktüm. Harcı paspas yardımıyla karıştırdım ve çukurun yanına götürdüm. Çukurla vedalaştım. Onu artık kafamdan atacağım için çok mutlu olduğumu bile söyledim ona. Çukur bana yine pis pis güldü. Benden ne istediğini anlamıyorum. Neyse ki üzerine bir kova çimentoyu boşaltınca yüzü ortadan kayboldu da bende rahat bi nefes aldım. Gece sessizce eve girdim. Herkes uyumuştu. Ayakkabılarım öylece çimentoydu. Çukurun o aptal suratı kaybolsun diye ayağımla iyice basıp çimentoyu yüzüne yedirmiştim. Onları bir poşete koyup sakladım. Çukurdan bana hatıra olsun istedim galiba… Ertesi gün o kadar mutlu uyandım ki. Çukur artık yoktu. Yatağımdan fırladım, perdeyi açtım. Yerler kupkuruydu. Yağmur da yoktu. Çukur bu sefer kesin donmuştu. Duşumu aldım, dişimi fırçaladım. Gergindim, midem bulanıyordu. Kahvaltı yapacak halde değildim. Yine yolumu uzatıp çukura bakmaya gittim. Birde ne göreyim. İki adam tam çukurun orada bir şeyler yapıyorlar. Yaklaşıp ne yaptıklarını sordum. “abla biz belediyeden geliyoruz. Dün gece birkaç evde kanalizasyon sorunu olmuş. Şu demiri kaldırıp bakıcaz da burası niye çimento onu anlamaya çalışıyoruz demesinler mi? Dediler. O gün yine tüm gün o çukuru düşündüm. Çukur kapanmalıydı. Madem çamur, çimento olmadı. Tahta deneyeyim dedim. Gece yeniden çukurun yanına gittim. Bu sefer elimde metreyle tabii. Güzelce enini çapını ölçtüm. Sabah mobilya toptancılarının olduğu semte gittim. Çukurun enini boyunu verdim. İstediğim sadece düz, sağlam bir tahtaydı. Marangozcular, tahtayı sehpa anladılar galiba. Ceviz mi olsun, yok kızılcık mı bu ara meşe çok satıyormuş. Neyse en sağlamı olsun deyince ceviz önerdiler. Marangoz işini bitirene kadar başında bekledim. İstediğim gibi olunca alıp çıktım. Ayak takmak istediler, istemedim. Memlekette herkes bir âlem. Geceyi beklemeye gerek yoktu. Tam çukurun önüne gelince dörtlüleri yaktım. Arabadan aşağı indim. Tahtayı kapatıp çukurla sonsuza dek vedalaşacaktım. Tahtayı kapattım. Arabayla bilerek üzerinden geçtim. Sonra arabayı birkaç adım ileri park edip yeniden çukurun başına döndüm birde ne göreyim. Çok sağlam dedikleri ceviz iki parça! En iyisi asfalt dedim. İnternetten yol çalışması olan semtleri araştırdım.  Başka bir semtteki yol çalışması duyurusunu gördüm, gidip biraz asfalt istesem belki verirler dedim. Bi koşu eve gittim. Tüm mutfağı aradım, taradım. Büyük bir tencere bulamadım. Bir tane demir döküm vardı. Onu da annem içine asfaltı dolduracağımı duyunca vermedi.

Baktım ki bu şekilde olmuyor. Dilekçe yazayım. Gelin siz kapatın istedim. Dilekçeyi ben size gönderdim, Ptt bana geri gönderdi. Çukur dairesi başkanlığına kim bakıyorsa pek bu işlerle ilgilenmiyor gibi hissediyorum. Twitterdan yazdım. Kimse oralı olmadı. Facebooktan başkanın resminin altına yorum olarak yazdım. Engellemişler beni. En sonunda instagramdan çukuru paylaşıp taglere belediye başkanını ekledim. Anlamsızca belediye tarafından mahkemeye verildim. Artık lütfen bu mektubumu dikkate alıp, şu çukuru kapatın. İçimdeki seste sussun! Ben o çukuru geçmeyi bir türlü başaramıyorum!



Nimet Pilavcı 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

Neden her şeyi youtubeda paylaştın? bu cümle tüm vloguma karşı beslediğim tüm duyguların bir anda küçülüp yok olmasına sebep oldu. Birkaç saniyeden fazla donup kaldığımın farkındaydım. O, karşımda kaşları ters yay gibi gerilmiş halde gözlerinde derin bir öfke ve çaresizlikle bana bakıyordu. Bir ara gözüm karşı tarafta duran aynaya kaydı. Şaşkın ve salakça donakalmıştım. Beynim savunmaya geç diye emir verirken, diğer taraftan birkaç söz edecek vakti geçtin, bu tartışmada haksız taraf sensin dedi. Bir taraftan annemi tüm âleme rezil mi ettim diye düşünürken diğer taraftan uzun zamandır hayalini kurduğum vlogum gerçek olmuştu. Tek sorun konu “Annemdi” diye düşündüm.  Ablam, sorumsuz davranışlarım hakkında söylenmeye devam ediyordu. Beynim bir kez daha telkinde bulundu. Mantıklı bir iki cümle kurmaya karar verdim. “Annem, Japon olup Japonya’ya gitti. Sen bana taktın.”  dedim.

Olaydan birkaç ay önce

Sabah herkes yine bir koşuşturmacayla evden çıkmıştı. Ben yine işe geç kalmıştım. Uyusam mı yoksa kalkıp monoton hayatımdan dünkünün aynısı bir gün daha yaşasam mı kararsız kalmıştım ama tabii ki uyandım.              

Sabahın o saatlerinde annemin izlediği sabah programında genelde İzmir Marşı çalar ve halkın bozulmuş yoğurda benzeyen milliyetçilik duygularından peynir çıkar mı minvalinde denemeler devam ederdi. Fakat o gün çok garip bir şekilde annem bir Japon kanalında “Oşiyamioyo” denilen bir yiyeceğin tarifini özenle tarif defterine yazıyordu. Şaşkındım, işe geç kalmış, pijamamı bile çıkarmamıştım.

“Anne, neyi not alıyorsun?” dedim. Annem garip garip yüzüme baktı. Eğilip deftere baktığımda ne olduğunu anlamadığım garip çizgiler vardı. Gözlerim kocaman açılmış, yüzümde yarı şaşkın yarı gülen bir ifadeyle, “Ohaaaa, Japonca mı biliyor musun?” dedim. Annem “oha” kelimesine inanılmaz kızar, genelde terliğini çıkarıp fırlatır ve mesafe ne kadar uzak olursa olsun vururdu. Hatta bir keresinde bana isabet etmeyen terlik kapının üzerinde asılı panoya gelmişti ve ben vuramadın işte diye sevinçle geri döndüğüm anda pano kafama inmişti. Annem bana garip garip bakmaya devam ettikten sonra konuşmaya başladı. Galiba yine “ohaaa” kelimesine kızıyordu. Fakat benim hiç anlamadığım bir dilde. Şaşkınlığım gittikçe artıyordu. “Anne, beni anlıyor musun?” diye yüksek sesle konuşmaya başladım. Beni anlıyordu, başını evet anlamında sallarken ağzından başka bir dilde “evet” çıkıyordu. Telefondaki aile whatsapp grubundan “Annem çok garip davranıyor “yazdım. Babam,  hemen cevap yazdı. “Evdeki en garip şey sensin, saç kurutma makinasını prizde unutma!” Ablam “dersteyim, sonra” Abim tabii ki baktı ama hiçbir şey yazmadı. Olayın ciddiyetini anlatabilmek için annemi videoya çekmeye karar verdim. Annem Japon kanalındaki bir şarkıya eşlik ediyordu. Annemi, televizyonu hatta elinde not aldığı yemek tarifi defterini hepsini videoya çektim. Bu herkesin apar topar eve gelmesini sağladı. Hatta izin almak için aynı videoyu patronuma gönderdim. Adam bana 1 hafta izin verdi.

Annemi hastaneye götürdük, kafa tomografisi çekildi. Sonra tüm kafasına bir jel sürüp bir ton kabloyu kafasına taktılar ve beyninin tamamını bilgisayardan incelediler. Ancak hiçbir sonuca ulaşamadılar. En son psikiyatra götürdük. Japonca bilen bir psikiyatr bulamadığımızdan, annemin niye böyle yeni bir lisana ihtiyaç duyduğunu tabii ki anlayamadık. Evde herkes yavaş yavaş annemin durumuna alışmaya başladı. Hatta babam, annemi anlayabilmek için telefonuna dil çeviren bir uygulama bile yükledi. Çevredeki insanlar annemin arkadaşları, komşular, akrabalar herkes garip şeyler söylese de annemdi işte.  Belki bir sabah yeniden eskisi gibi Türkçe konuşmaya başlardı. Abim, annemin dil problemi için bir çözüm bulmuştu aslında. Ona yeniden Türkçe öğretmek. Ancak kadın, Türkçe anlıyor fakat Japonca cevap verebiliyordu. Bu da çözümü sonsuz sorun döngüsünde yitirmemize sebep olmuştu.

Annem artık bize Japon kanalında öğrendiği yemeklerden yapıyor, burada yetişmeyecek çiçek tohumlarıyla uğraşıyor ve hatta sürekli yabancı sitelerden alış veriş yapıyor, gelen kargolara sanki Japonya’dan ahbapları gelmiş gibi seviniyordu. Son günlerde telefonda birileriyle mesajlaşıyordu ancak telefonun dilini Japoncaya çevirdiğinden hiçbir şey anlamıyorduk. Babam, arada konuştuğu kişilerin profil fotoğraflarına bakıyor. 40 – 50 yaşlarında Japon kadın diye rahatlıyordu. Nedense kimse annemin bu kadınları nerden tanıdığını merak etmiyordu. Annem adeta kabuk değiştirir gibi dil değiştirmişti. Yavaş yavaş dış görünüşü de değişiyordu. Saçını garip çubuklarla tutturuyor, eskisi gibi Karadeniz çayı ne yapıyor ne de içiyordu. Aldığı porselen demlikte acı bir şey yapıyor. Fincan gibi küçük bardaklara koyuyor onu içiyordu. Oldukça acı bir tadı olan çayı zevkle içişi beni hayrete düşürüyordu. Yemek olarak pirinç ve değişik otlarla sarıp sarmaladığı balıkların üzerine döktüğü acı soslar artık evde Türk mutfağı kültürüne son nefesini verdirtmişti. Ablam kederle annemin çiğ balıklarını kızartıyor, bu arada annemde kendi dilinde buna karşı çıkıyordu. Ne zaman annemin Japon’a dönüşmesine alıştığımızı düşünmeye başlasam, daha garip bir şeyler yapıp hepimizi şaşırtıyordu.

Bir gece aniden kapının zili çalmaya başladı. Annem koşarak kapıyı açtı. Biz şaşkınlıkla annemin arkasında olanları izliyorduk. İki tane Japon kadın bir tane Japon amca üç tane büyük valizle karşımızdaydı. Annem kadınlara hasretle sarıldı. Ardından adamla sarıldılar. Birbirlerine belli ki hasret dolu cümleler kuruyorlar, gözleri sevinçten ağlamaklı halde konuşuyorlardı. Nihayet annem bize döndü ve kendi dilinde bizi onlarla tanıştırdı. En son babam onlarla tanıştı, ancak onu hiç bu kadar kızgın görmemiştim. Ertesi günler annem misafirlerini özenle ağırlıyor, garip yemekler yapıyorlar, Japon adetlerine uygun evdeki mobilyaların yerini değiştiriyorlar; hatta sabah güneşin doğuşunu balkonda selamlıyorlardı. Bizde evimizi sanki yabancı kafilesine teslim etmiş gibi kalakalmıştık. Ablama ve abime artık bir şeyler yapalım bu ne zamana kadar böyle devam edecek diyordum ama abim fikirlerime karşı çıkıyordu. Ablam ise duruma daha sakin bakıyor ve her şeyin düzeleceğini düşünüyordu.

Ben de kendi yöntemlerimle annemin durumuna el atmaya karar verdim, geç bile kalmıştım. “Annem Japon oldu.” adında bir youtube kanalı açtım ve annemin başından geçen tüm hikâyeyi internet âleminde paylaşmaya başladım. İlk haftalar pek fark edilmeyen kanalımın abone sayısı her geçen gün artmaya başladı. Tüm sosyal medya benim annemi konuşuyordu. Japon arkadaşlarından birisi kanalımdaki videoları anneme gösterdi ve annem ilk defa “Türk annesi” gibi tepki verdi. Terliğini kafama fırlattı.  Annemin videoları 20 milyondan aşağı izlenmediği gibi artık telefonlarım susmuyor, tartışma programlarında tüm tekerleri patlaya, uçurumdan aşağı giden Türkiye değil de annem konuşuluyordu. Uzmanlar kendilerine göre birçok yorumda bulunuyor, herkes ortaya başka bir şey atıyordu. Tüm bunlar yaşanırken babam beni de evlatlıktan reddedip, evi terk etmişti. Abim kanalımı kapatmam için baskı yapsa da videolar artık her yerdeydi.  Annemin durumu Japon devletinin ilgisini çekmiş ve annemi ülkelerine davet etmişlerdi. Bir türlü tanıyamadığımız Japon akrabalarıyla birlikte Annem, Japonya yollarına düşmüştü. Abimde onu yalnız bırakmamak için onunla beraber uçak korkusuna aldırmadan Japonya’ya gitmeye karar vermişti. Ablam ve ben havaalanına kadar onları yolcu etmiştik. Ben tabii ki annemin her anını videoya çekmeye devam etmiştim. Eve geldiğimizde ben yeni videoları yetiştirme derdindeyken, ablamda evi toplarken bir an göz göze geldik ve bana bağırmaya başladı. Aramızda geçen tartışmadan sonra ablam birkaç eşyasını alıp, evden ayrıldı. Koca evde yapayalnız kaldığım yetmez gibi artık kanalıma ne çekip koyacaktım onu da bilmiyordum. Bende bir bilet alıp Japonya’ya gitmeye karar verdim. Zaten annemin orada neler yapacağını da acayip merak ediyordum. Ailemi düşündüm, bir gün çok zengin olup gönüllerini alırım diyerek Japonya yollarına düştüm.  Hayat artık bana macera ve heyecan dolu gelmeye başlamıştı.

                                                                                                                                                                  Nimet Pilavcı

KUYU

 

KUYU

Karanlık bir ekranda beyaz bir renkle 36 ay 16 gün 10 saat yazmakta.

Arka fonda mutlu insan sesleri yükselmekte. Birinin soluk soluğa koştuğunu nefes alışverişlerini duyuyoruz. Ayak sesleri yaklaşıyor. Ekrandaki koyu siyah biraz açılıyor. Bir kadını bir kuyunun başında görüyoruz. Kadın gecenin karanlığında eğilip kuyuya bakıyor. Kuyuyu kadının gözünden görüyoruz. Gözleri kör eden bir aydınlık parlak beyazlık. Adeta güneşe bakar gibi, kuyuya bakıyor. Alt açıdan kadının gözlerini açamadığını ama yüzünde bir tebessüm olduğunu görüyoruz. Kadın kuyunun duvarına çıkıyor, bir binadan kendi atarcasına kuyuya kendini bırakıyor. Kadının o kör edici beyazlıkta kollarını açmış uçmakta olduğunu görüyoruz. Ancak bu kadının gözünden görünen. Kadının aslında hızla bir yerden aşağı düştüğünü görüyoruz. Kadın kuyunun dibine düşüyor. Kuyunun içinde bir evren var. Bir adam karanlıklar içinde tüm gri renklerin arasında siyah bir gölge şeklinde bir kafede camın kenarında oturmuş siyah gazeteyi okuyup siyah fincandan koyu siyah kahvesini içerken kadının düştüğünü görüyor. Başını tekrar gazetesine çevirip kahvesini yudumlamaya devam ediyor. Kadını tekrar görüyoruz. Kadın siyah bir gölgeye dönüşmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla ellerine bakıyor. Camdaki yansımasına bakıyor ve siyah bir gölgeye dönüştüğünü görüyor. Etrafından tıpkı kendi gibi gölge insanlar geçiyor. Siyahın tonlarından oluşan çevrede binaların arasında yürüyen, parktaki bankta oturan insanlar, hepsi sessiz. Sadece kadının nefes alıp verdiği anları duyuyoruz. Ardından bir ses duyuluyor. Bir flüt sesi. İnsanlar aniden sese doğru kuyunun gökyüzüne bakmaya başlıyorlar. Hepsi beyaz birer bedene kavuşuyor. Mutluluk sesleri duyuluyor. Gölgeleri beyaza dönüşüyor ve kadında onlarla birlikte hepsi kendilerini gökyüzünde uçarken buluyorlar. Bu birkaç saniye bu şekilde devam ediyor. Ardından yine bir flüt sesiyle hepsi siyah birer gölge olarak yine yere düşüyorlar. Hızla, parçalanırcasına yere çakılıyorlar. Çamur gibi. Şekilleri bozuluyor, düştükleri yerde bir süre kalıyorlar ancak daha sonra hiç düşmemiş gibi kalkıp gündelik hayatlarına devam ediyorlar. Kadını tüm bunları izlerken görüyoruz. Kuyudan çıkması gerektiğinin farkına varıyor. Düştüğü yere tekrar koşuyor. Kuyunun duvarlarına tırmanmaya başlıyor. Ancak onun gibi başka gölgelerinde kuyudan kurtulmaya çalıştıklarını görüyor. Ancak kimi kuyunun duvarında yeşeren renkli çiçeklere aldanmış onları severek tırmandığı yerde kalmaya devam ediyor. Kimi daha hırslı inatla tırmanmaya devam ediyor. Çiçekleri geçmiş ancak beyaz bir yılanın aniden tuğlaların arasından çıkmasıyla tırmandığı yerden düşmeye başlıyor. Kadın tüm bunları görüyor. Çiçekleri geçiyor. Yılanı geçiyor. Ardından bir rüyada mutlu kendini kendi suretinde görüyor. Bir bulutun üzerinde mutlu haline bakıyor. Gözleri kapanıyor, tırmandığı yerden düşmek üzere ancak bir anda uyanıyor ve tırmanmaya devam ediyor. Kadın kuyudan dışarı çıkıyor. Ellerine bakıyor, kendi ellerini görüyor. Kuyunun yanından koşarak uzaklaşıyor. Kuyu bir süre ekranda kalıyor. Kuyunun göründüğü açıdan gün doğumunu ve gün batımını görüyoruz. Gece olduğunda yine aynı ayak sesleri duyulmaya başlıyor. Aynı kadın soluk soluğa kuyunun yanına geliyor. Kuyuya eğiliyor. Göz alıcı parlak beyazlık dışında görünen hiçbir şey yok. Kadın kendini tekrar kuyuya bırakıyor.

 

İntihara meyilli misin?

 

İntihara meyilli misin? Öyleyim diyorsan 17. Kata çık. Hâlâ kararlıysan bir üst kata çık ve balkonun kapısını aç. Boşluğa doğru birkaç adım at,. Balkon duvarının üzerine çık, sakın korkuluklardan tutunma, aşağı bak. Bulunduğun yerin yüksekliğini söyleyeyim sana. Tam 55 metre yüksektesin. Yere kendi ağırlığın x yükseklik ve havadaki ivmeyi de ekleyerek ortalama ağırlığının 4 katı hızla çarpacaksın. İlk anda inanılmaz bir ağrı hissedeceksin. Yüzüstü çarpmanın etkisiyle göğüs kafesinin kemikleri kırılacak ve akciğerine saplanacak. Ağzından kanlar gelmeye başlayacak nefes borunu tıkayan kan, dünya ile arandaki son bağı oksijeni engelleyecek ve yavaşça gözlerin kararacak bilincin kapanacak. Epifiz bezin son kez DMT hormonu salgılayacak. İlk defa doğduğunda salgıladığı gibi… Şimdi boşluktasın ama dur 1 dakika neden çevrendeki tüm sesleri duyuyorsun? Seni bir ambulansla hastaneye kaldıracaklar. Duyacaksın, göreceksin, bağıracaksın biraz önce kendini boşluğa bıraktığın sıkıntılarını düşün. Ne kadar saçma değil mi? Maalesef animasyon ekibindeki doktor ölüm saatini yazdı. Yüzünü örtüyle kapattı. Ve şimdi buz gibi morgdasın. Dışarıdan birilerinin çığlıklarını duyuyorsun. Annen olmalı. Cenaze işlemleri gibi bir şey duydun kuzeninden. Yeniden kendine soruyorsun “Öldüm mü?” Yakınlarını görüyorsun üzgün ve şaşkındılar. Birinin “çokta zayıfmış” dediğini duydun. Otopsi için doktorlar seni bekliyor. Ellerinde vücudunu kesmek için kullanacakları bir sürü acımasız alet. Eline neşteri alan doktorun gencecik bir kız olduğun görüyorsun. Tıpkı senin gibi genç! Elleri titriyor. “ilk otopsim” dediğini duydun. Genç kızın gözünden bir damla yaş bedenine düştü. Alnın ve kaşının arasında bir yere. Hocası “ korkma, ö ölü. Seni duyamaz, hissedemez.”  Kızın elleri titreyerek, neşterle boğazından göbeğinin altına kadar uzunca bir çizgi çekti. ”Canım acımadı.”  Kıza baktın “şimdi başka bir yerde mesela bir kafede, kahve sırasında seninle tanışmak vardı” diye söylendin. Sonra aniden öldüğün geldi aklına, panikle “öldüm ben, bu kadar kolay mı ölmek?” diye bağırdın. Otopsi işlemleri tamamlandı. Genç kız vücudunda açtığı tüm yerleri özenle dikti. Hocası “ aferin, vize notun iyi ”  Birinin vizede alacağı notun uygulama sınavı olmuştun. Daha 3 saat önce yaşayan sen değil miydin? Sahi bunu mu istemiştin? Cenaze ve otopsi işlemlerin tamamlandı. Artık toprağa karışabilirsin. Annen geldi yanına ve sonra sırayla tüm sevdiklerin, vedalaştılar seninle… “Keşke daha çok vakit ayırsaydık birbirimize, keşke nefret ettiğimi değil, sevdiğimi söyleseydim onlara.” dedin ama yine duymadılar. Yanından geçip gittiler. Seni yavaşça tabuta yerleştirdiler ve toprakla buluşmak vakti. Atık sessizsin, itiraz yok. “mezarım burasıymış, yıllarca yanından geçip gittiğim yer.” Dedin, Son bir çırpınış “niye bu kadar acele ettim, niye?” Artık sen topraksın… Hâlâ öyle misin?

Şimdi, gerçekten intihara meyilli misin?