<script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706" crossorigin="anonymous"></script>
Kapı zili
aralıksız çalıyor, evdeki sessizlik devam ediyordu. Herkes kendi halinde
televizyon izliyordu. Televizyondaki kadın, sahte gözyaşlarıyla, ışığın yedide
beşi bir hızda bir düşünceyle, ekrana taşıdığı dramın ne kadar reyting
yapacağını hesaplıyordu. Bu evdeki en sabırsızlar liginde bir numaradaki yerimi
koruyup “biri şu kapıyı açsın, her kimse gitmiyor işte” dedim. Birden sanki
sesi ilk defa duyuyorlarmış gibi aile olarak en önemli kararlarımız otokrat düzende
alınırken çalan zil eşliğinde demokratik bir oylamayla kapıyı küçük kardeşimin
açmasına karar verildi. İçimden “çok zor di mi, kalkıp neden açmıyorsam” dedim.
Sonra aynı aklım binlerce nedeni önüme sıralayıverdi. Hepsi çok haklı sebeplerdi.
Ailecek saçma bir kendini kandırma yumağının her bir metresini birimiz
sahiplenmiştik. Benim ki toplumsal nedenler, babamın ki psikolojik, annemin ki
tamamen dinselken, kardeşim maalesef bu kategorilerden hiçbirine giremeyecek
kadar sebepsizdi. Belki de yüzsüzdü ya da onun için hayatta sadece kendi
önemliydi. Bencildi. Diğeri kadar. Kapıya gelen bir çiçekçiydi. Koridordan
konuşmayı duyuyordum. Çiçekçi “ hokus pokus burada mı? Çiçeği var” dedi.
Kardeşim “yok, o bi üst katta” deyip kapıyı kapattı ve söylenmeye başladı.
“keşke benim diyip alsaydım, ne anlayacaklardı.” Annem “kimmiş o?” Babam “ne
çiçeği?” bir an gözler bana bile çevrildi. Ben, biraz bana çiçek gelmemesine
mahcup birazda çiçeğin bana gelmemiş olmasının verdiği ezikliği saklamaya çalışacak
kadar aldırmaz, telefonla oynamaya devam ettim. Çiçek üst komşuya gelmişti.
Annem üst komşuyu sevmezdi. Halıları balkondan çırptığı ve sürekli pervazları
suyla yıkayıp camları mahvettiği için birkaç kez ciddi tartıştığı da olmuştu.
Annem “kim gönderdiyse” babam “kim olacak ya oğlu ya kızı, millette evlat var”
şeklinde konuşmalar devam edip giderken ben dayanamayıp odadan çıktım. Arkamdan
“nereye?” ben “eve gidiyorum ya, gelirim gene” Dışarı çıktığımda çiçek açmış
ağaçların kokusu etrafı sarmış, kuşlar mutlu cıvıltılarından belli, gökyüzü
açık ve bulutsuz mavi (gökyüzü bulutsuzken hep eksik gelmiştir bana) arabama
bindim. Eve mi gitsem yoksa öylesi gezsem mi diye düşünürken evin yoluna çoktan
sapmıştım bile. Kafamın içinde sürekli bir tiyatronun oynadığı karışık
gösterilere bilet tüketen sinapsislerimin coştuğu her şeyin hem çok anlamlı hem
de anlamsız geldiği bir gün yaşamıştım. Hayat onlarlayken şınav çekmeye
benziyordu. Hareket basit ama sürekli aynı hareketi yapmaya çalışmak bir süre
sonra dayanılmaz bir acı vermeye başlıyor. Kaslar kuvvetine göre dayanıyor ve
sonunda illa ki pes ediyordu. Ailemle aramdaki ilişkim tamda buydu. Bir, iki,
üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onnnnn… Olmuyor deyip bırakıyordum.
Bırakıyordum çünkü bırakmasam iki taraf içinde acılı şeyler oluyordu.
Bilirsiniz işte kalp kırıcı konuşmalar. Ertesi gün bir arkadaşımın telefonuyla
uyandım. Çoktan öğlen olmuştu. Xsra “kıız uyanmadın mı?” ben “yaa napiim uyanıp
ne güzel uyyorm işte” Xsra “ eee nası gidiyo hayat?” ben “ iyiiiii, aynı günü
yaşıyorum sürekli” Xsra “he gene depresyon modun açık kalmış” ben “yok ya
hayatın hormonlu zamanına mı denk geldim nedir?” Xsra “neyse sabah sabah kafa
açma, baksana Tahausa’da çiçeklerde indirim var. Gitsek mi?” ben “diyosuun ne
zaman peki” Xsra “şimdi uyandıysan, gel beni al” ben “ee iyi alayım bakim” Xsra
“tamam bi saate gelir misin?” ben “hıhı”.
Yaklaşık 2 saat sonra Xsra’yla Tahaus’a gittik. Xsra “millete bak ot
meraklıları” ben “bizde öyle” Xsra “yok bee anneler gününü ucuza getirem dedim”
ben “mantıklııııı” Herkes gibi bizde orkide reyonunu gezdik. Baktık, inceledik,
aldık, bıraktık. Renk seçtik geri vazgeçtik derken kiremitle mor karışımı renge
sahip orkidelerden birkaç tane aldık. Arabanın arka koltuğuna orkideleri
emniyet kemerlerini takıp özenle yerleştirdik. Xsra’yı eve bırakıp kendi evime
geçtim. Orkideleri camın önüne koydum, harikaydılar. Sulasam mı? diye köklerini
inceledim. Kararsız kaldım. Fotoğraflarını çekip anneme attım. Beğendi mi
beğenmedi mi anlayamadım. Benim tarafımdan ona yapılan jestlere genelde sessiz
kaldığı için hatta bana karşı doğduğumdan beri sessiz moda alınmış gibi
davrandığından çok üstünde durmadım. Ne de olsa iyi şeyler yapınca şımarmayım
diye övmeyen, sadece misafirlerin yanında “kızım” diyen bir kadın. Bunu
anlamaya ve hatta çözmeye çalıştığım çok oldu ama bu düşüncelerin üzerimde
yaptığı baskıyla agresifleşip genelde ona da bu yüzümü gösterip hep bana karşı
neden soğuk ve ilgisiz olduğunu alttan alta ima eden sözleriyle karşılaştım.
İçimden kendime acımayı bırakıp daha umursamaz olmaya başlayalı birkaç ay oldu.
Aramızdaki ilişki için yeni kararım. Soracağını da sanmam. Çünkü bazen kendimi
çok iyi saklarım. Tabii o kadar umurunda olmadığımı da düşündüğüm olmuştur. Birkaç gün sonra annemi aradım. “çiçeğini
getiriyorum evde misin?” dedim. Annem “yok şimdi et balığa gidiyoruz” ben
“hımmm ne zaman getireyim” Annem “ben söylerim sana” bu cümle bile içimde küçük
bir ışık yakmıştı. Aşırı hassas ve sevgiye muhtaç aç kalbim buna bile sevinmişti.
Çiçeğin sahibine ulaşmasının belirsiz bir süre içermesi canımı sıktı.
Zavallının paketini yırtmaya karar verdim. Onun paketinden çıkardığımda işten
eve gelmiş ve pijamalarını giyip rahatlamış gibi hissettiğini düşündüm.
Köklerini inceledim. Su ister misin? Diye sordum. Camın önüne diğerlerinin
yanına koydum. Onları izlerken içimden kendime mutluluğu küçümseme dedim.
Aslında o günlerde kendi kendime konuşma konusunda baya ilerlemiştim. Sese
gerek yoktu. Bir ben vardı, birde “hasta ben”. Bazen “hasta ben” beni çok
yoruyordu. Hayatımdaki tüm önemli kararları o veriyor, onun canı sıkılıyor, o
depresyona giriyor, o saçma şeyler yapıyor, o birilerine laf ediyor, o işe
gitmek istemiyor, o her şeyden nefret ediyordu. Bazen diğer ben’in tüm vakti
onun yaptıklarını düzeltmeye çalışmakla geçiyordu. Mesela bazen iş yerinde ona
gelen bir telefona bağırarak cevap veriyor, diğer ben kibarca telefonu onun
elinden alıp işi toparlamaya çalışıyordu ya da işin en yoğun olduğu zamanlarda
canı bahçeye çıkıp gezmek istiyor, çocuk parkına gidiyor salıncakta sallanıyor
garip bakışlara aldırış etmiyordu. Keyfine düşkündü “hasta ben”. Diğer ben
insanları seçmesi gerektiğini herkese güvenmemesi gerektiğini söylerken o bunu
da sallamıyordu ama sonrasında kalbinin ne kadar acı çektiğini hatırlayıp
insanlara karton varlıklarmış gibi davranıyordu. Karton insan deyip insanlara
karşı bir şey hissetmeyi, güvenmeyi ya
da bir sorunu paylaşmayı bırakıyordu. Hatta bu yüzden diğer insanları bencilce
kırıyordu. Hasta ben, asi bir at gibiydi. Çalışma hayatımda ya da sosyal
çevremdeki insanlarda bu iki benli halime alışmış gibiydiler. Hasta ben bir gün
iş yerinde kimsenin sevmediği bolca arkasından atıp tuttuğu müdürün gereksiz
boş konuşmalarına sinirlenmiş ve adam kapının eşiğinden adımını dışarı atar
atmaz kapıya çılgın bir uçan tekme savurmuştu. Odadaki diğer insanlar hem çok
şaşırırken hem de içlerinden kendilerinin cesaret edemediği bir şeyi yapmamdan
büyük zevk almışlardı. Hasta ben şişirilen egosuyla uçarken diğer ben ona
sadece kızmıştı. Yine de hasta ben’in bu hesapsız davranışlarına karşın iş
yerinde sevilmiş hatta insanların sırlarını anlattığı fikir danıştığı biri olup
çıkmıştı. Bunların bir önemi var mıydı? Hasta ben için bir önemi yoktu. O
keyfine bakarken diğer ben, onun bu yaptıklarına bir kılıf uydurmaya
çalışıyordu. Hasta ben içimde büyüyordu. Diğer ben günler geçtikçe sessizliğe
bürünmüş, hatta başını alıp gitmiş gibiydi. Meydan tamamen hasta ben’e
kalmıştı, bazen isyan ediyor, bazen aşırı saçma mutlu oluyor deli tiz
kahkahalarıyla kendi karanlığını dinsel bir temayla sergileyen kendini yargıç
sanan aslında hiçbir bok olmayan insansıları rahatsız ediyordu. Hasta ben’in
içinde bu türlere karşı derin bir nefret büyümeye başlamıştı. Yüzlerinde
sürekli örnek seçilmiş insan olduklarının ifadesiyle binbir surat gezişleri ve
insanların bunu gördükleri halde gerçek olmayana karşı duydukları saygı, hasta
ben’i bazen çileden çıkartıyor, ağzına geleni söylüyor, açık açık küfrediyordu.
Gerçek ben ortadan kaybolduğundan beri hasta ben meydan bana kaldı artık yeni
düzen deyip iyice duygularına göre hatta canı nasıl istiyorsa öyle hareket
etmeye başlamıştı. Telefon konuşmalarında milletin yüzüne kapatan, isteklerini
daha baskın ve kararlı ifaden, annesini acımasızca içinde hissettiği gerçeklere
göre kıra parçalaya duygularını zırlamadan anlatan taraf olmuştu. Sanki artık
dik duruşumu sağlamlaştıran çelikten bükülmez bir iskeletim olmuştu. Hasta
ben’i sevmeye başlamıştım. Kabullenmiştim. Bazen aklıma zor şeyler sokuyor ve
bunu yapamayacağımı söylüyordu. Kulağıma sürekli gerçek duygularımı
bastırdığımı, ailemin onayı için kaç yüzyıldır da böyle yaşamanın bana mutluluk
verdiği kandırmacasına kendimi inandırdığımı söylüyordu. Aynaya her baktığımda
ensemin arkasında belirip ahtapot görünümlü bir kartal olduğumu söyleyip
duruyordu. Ahtapot değildim ama kartallar gibi de hiç değildim. Bu hasta ben ne zaman hayatıma girmişti? Bir
ses olarak doğduğu zamanları hatırlıyorum. Biriyle tanışmıştım, Ateşle. Ondan
beri yavaş yavaş büyüyüp beni ele geçirdi. Ateşin peşinde bir ahtapottum. Bazen
de ateş benim peşimdeydi. Aramızda bir cam vardı. Bana yaklaştığında ben
haşlandığım için bir süre sonra onunla yapamaz hale geliyordum, onu delirtip
kendimden uzaklaştırıyordum. Soğuduğumda tekrar bir şekilde onu buluyordum.
Ateşe baktığımda kendimi bambaşka diyarlarda buluyordum. Ateş bana bir yerde
annemi hatırlatıyordu. Annem beni hiç istediğim gibi sevmemişti. Ateş, anneme
benziyordu beni sevebilirdi ama o da bir süre sonra beni yakıyordu. Her neyse
Ateş’le tanıştıktan sonra hasta ben içimde her gün biraz daha sesini artırdı,
kendini kabul ettirdi. Dünyanın sınırları olmadığını ama benim çok fazla
sınırlarımın olduğunu kendimi ahtapot sandığımı ama benim kartal olduğumu
söyledi. Yine bir gün aynaya bakarken, diğer beni unutmuşken, Ateş’le artık
olamayacağımı tamamen anlamışken bana fısıldadı. “hadi çık şu akvaryumundan”
dedi. Çıkmak için konforlu alan güvendiğim birileri olmalı dedim. Benimle alay
etti. Önce annemle konuşmalıyım dedim. Hasta ben bunu ilginç bir şekilde
mantıklı buldu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi. Hasta ben galiba ehlileşiyordu.
Sustu ve ortadan kayboldu. Zihnimde kimse kalmamıştı. Duygularım ve kalp
sızıları vardı. Tüm bunlar olurken deniz kıyısında karettakarettalara ayrılmış
sakin bir plajda deniz dalgalarıyla uzun bir yürüyüş yaptım. Sesi uzaklaşan
diğer ben’le vedalaştım ve anneme artık bir kartal olmak istediğimi anlatmaya
karar verdim ama öncesinde kız kardeşime bahsettim. Eğer sana bu konuyla ilgili
bir şey söylerse lütfen benim tarafımda ol dedim. Kız kardeşim her zamanki
üstten ve alaycı tonuyla merak etme ama neden ahtapot olmak güzel değil mi?
diye sordu. Öyle ama ben rüzgârı hissetmek istiyorum ve bunu sürekli düşünür
oldum, içimdeki hissi susturamıyorum artık dedim. Kız kardeşim böyle şeyler
hissetmiyor olmanın verdiği üstün mutluluğu yine ses tonuna yansıttı. “tamam,
söylerse senin savunurum.” dedi. Bu kısa ruhsuz konuşma sonrası nedense onu da
kendimi de yargıladım ama artık havaalanındaydım, verdiğim kararın sağladığı iç
huzurla telefonumu tamamen kapattım ve uçak havalandı. Telefonu açtığımda
cevapsız çağrılar ve annemden gelen üzücü mesajla gerçek dünyaya iniş
yapmıştım. Yanına gidemedim, hasta ben beni terk etmişti. Yoktu ona ihtiyacım
vardı ve kendimi deli gibi yargılamaya başlamıştım. İçimde fok balığına
benzeyen çirkin bıyıklı bir balık belirmişti. Süreci yargıç olarak yöneteceğini
ve benim zaten uçarı kaçarı olduğumdan haksız ve mahkemeyi kaybedeceğimi
söyledi. Üzgündüm. Çünkü kendimi kartal olarak hayal etme cesaretini
göstermiştim. Uçmak zordu. Yine de annemi görmek istedim. Çünkü Ateş uzun
zamandır yoktu. Onu özlediğimde de annemi özlüyordum, şimdi her ikisinden de
aynı anda kopmak bir ahtapot için susuz kalmaya benziyordu. Ateş şimdi ne alaka
dedim. Kendi kendime ağladım su çok sıcaktı ve akvaryum kaynıyordu. Eve
gittiğimde küçük umursamaz bir topluluğa benzeyen ancak düştüğünde “aaa bak
işte demiştim düştü ileri görüşlülüğündeki babam ve erkek kardeşim, sinirli
annemle birlikte vakit öldürmekteydi.” Erkek kardeşim neden doğum gününü
kutlamadığımı sordu hemen. Herkes ekstra tripliydi. Babalar gününü kutlamadığım
için babam, kartal olmak istediğim için annem, doğum günü içinde salak kardeşim
kendi çaplarında onların varlığının benim dünyam için çok önemli olduğunu
düşünmekteydi. Oysa ben ahtapottum kan rengimiz uyuşmuyordu. Annem asık yüzüyle
beni vazgeçirmek için sessizce oturuyordu. Diğerleri de benden rahatsız
mimikleriyle beni istenmeyen ilan etmişlerdi. Benim doğum günümü hiçbir zaman
hatırlamayan aile fertlerine biraz isyan ettikten sonra sevgili anneme aldığım
kolyeyi uzattım, oralı bile olmadı sonra kartal olmaktan vazgeçtim sadece
şakaydı dedim. Bir süre sessizce youtube izlediği çok sıkıcı yemek programını
birlikte izledik içimde biri uçurumun kenarındaydı. Hava karardı ve ben onları
Caravaggio tablosu gibi geride bırakıp eve döndüm. Yolda kızacak kimse
bulamadığım için Ateş’e sövdüm biraz. Onu sadece dünyaya getirip bunu başarı
sayan ailesine de sövdüm. Eve geldiğimde hasta ben’den yine haber yoktu. Birden
telefonum çaldı. Şaşkındım, çünkü arayan Ateşti. Kendi başına yanmanın onu
mutlu etmediğini söyledi. Bir saat konuştuk. Sosyal medyada kartal olma
eylemime dair bıraktığım izleri görmüştü. Kendinden dolayı olduğunu düşünmüştü.
Haklıydı ama yüzde on yedi onunla ilgiliydi. Yüzde elli üç hasta ben. Kalan
yüzde otuz zaten benim kendimdi. Telefonu kapattığımda kendimi daha cesur
hissetmiştim. Kartal olmak güzeldi ama ben hala ahtapottum. İnsanlar beni
ahtapot sanıyordu. Annem de öyle kalmaktan mutlu olacağıma inanmıştı. Günler
öylece geçerken bir gün ayna karşısında kendimi izlerken hasta ben’in yeniden
sesini duydum. Benimle alay etti. Aciz bir korkak, sevilmeye muhtaç ama asla
annesinden tam puan alacak kadar sevilmeyen bir ezik olduğumu söyledi. Annemi
aradım, sesi keyifliydi. Benim onun için fersah fersah geçmişte kaldığını
varsaydığı isteğim aklına bile gelmiyordu, nasıl hissettiğim aslında hiç
umurunda değildi. Onun kendi duyguları ve önemsedikleri vardı ve ben o listede 3.
yedekteydim. Kartal olma isteği beni yiyip bitiriyordu ve bu sadece geceleri beni
uykusuz bırakıyordu. Hasta ben aslında gerçek bendim ve artık kendini göstermek
istiyordu. O sabah kartal olarak güne başlamaya karar verdim. Bu çok zordu.
Uçmak zor bir eylemdi ve herkesin gözü üzerindeyken sudan çıkmak bambaşka bir
deneyimdi. İçimdeki tüm seslere susmalarını söyledim. Sadece yaptım ve
böylelikle kartal olma yolculuğum başladı. Annem uzun süre bana küstü mesafeli
birlikteliğimize birkaç bin kilometre daha ekledi ama artır ben artık bir
kartaldım ve o da zamanla bu gerçeği kabul edecekti. Hasta ben aslında gerçek
bendi ve onun sesini yıllar önce kapatmışlardı çok sessiz kaldığım zaman onu
duymaya başlamıştım…
Nimet Pilavcı