1 Ağustos 2023 Salı

Kartal olmak isteyen ahtapot

   <script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"   crossorigin="anonymous"></script>

Kapı zili aralıksız çalıyor, evdeki sessizlik devam ediyordu. Herkes kendi halinde televizyon izliyordu. Televizyondaki kadın, sahte gözyaşlarıyla, ışığın yedide beşi bir hızda bir düşünceyle, ekrana taşıdığı dramın ne kadar reyting yapacağını hesaplıyordu. Bu evdeki en sabırsızlar liginde bir numaradaki yerimi koruyup “biri şu kapıyı açsın, her kimse gitmiyor işte” dedim. Birden sanki sesi ilk defa duyuyorlarmış gibi aile olarak en önemli kararlarımız otokrat düzende alınırken çalan zil eşliğinde demokratik bir oylamayla kapıyı küçük kardeşimin açmasına karar verildi. İçimden “çok zor di mi, kalkıp neden açmıyorsam” dedim. Sonra aynı aklım binlerce nedeni önüme sıralayıverdi. Hepsi çok haklı sebeplerdi. Ailecek saçma bir kendini kandırma yumağının her bir metresini birimiz sahiplenmiştik. Benim ki toplumsal nedenler, babamın ki psikolojik, annemin ki tamamen dinselken, kardeşim maalesef bu kategorilerden hiçbirine giremeyecek kadar sebepsizdi. Belki de yüzsüzdü ya da onun için hayatta sadece kendi önemliydi. Bencildi. Diğeri kadar. Kapıya gelen bir çiçekçiydi. Koridordan konuşmayı duyuyordum. Çiçekçi “ hokus pokus burada mı? Çiçeği var” dedi. Kardeşim “yok, o bi üst katta” deyip kapıyı kapattı ve söylenmeye başladı. “keşke benim diyip alsaydım, ne anlayacaklardı.” Annem “kimmiş o?” Babam “ne çiçeği?” bir an gözler bana bile çevrildi. Ben, biraz bana çiçek gelmemesine mahcup birazda çiçeğin bana gelmemiş olmasının verdiği ezikliği saklamaya çalışacak kadar aldırmaz, telefonla oynamaya devam ettim. Çiçek üst komşuya gelmişti. Annem üst komşuyu sevmezdi. Halıları balkondan çırptığı ve sürekli pervazları suyla yıkayıp camları mahvettiği için birkaç kez ciddi tartıştığı da olmuştu. Annem “kim gönderdiyse” babam “kim olacak ya oğlu ya kızı, millette evlat var” şeklinde konuşmalar devam edip giderken ben dayanamayıp odadan çıktım. Arkamdan “nereye?” ben “eve gidiyorum ya, gelirim gene” Dışarı çıktığımda çiçek açmış ağaçların kokusu etrafı sarmış, kuşlar mutlu cıvıltılarından belli, gökyüzü açık ve bulutsuz mavi (gökyüzü bulutsuzken hep eksik gelmiştir bana) arabama bindim. Eve mi gitsem yoksa öylesi gezsem mi diye düşünürken evin yoluna çoktan sapmıştım bile. Kafamın içinde sürekli bir tiyatronun oynadığı karışık gösterilere bilet tüketen sinapsislerimin coştuğu her şeyin hem çok anlamlı hem de anlamsız geldiği bir gün yaşamıştım. Hayat onlarlayken şınav çekmeye benziyordu. Hareket basit ama sürekli aynı hareketi yapmaya çalışmak bir süre sonra dayanılmaz bir acı vermeye başlıyor. Kaslar kuvvetine göre dayanıyor ve sonunda illa ki pes ediyordu. Ailemle aramdaki ilişkim tamda buydu. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onnnnn… Olmuyor deyip bırakıyordum. Bırakıyordum çünkü bırakmasam iki taraf içinde acılı şeyler oluyordu. Bilirsiniz işte kalp kırıcı konuşmalar. Ertesi gün bir arkadaşımın telefonuyla uyandım. Çoktan öğlen olmuştu. Xsra “kıız uyanmadın mı?” ben “yaa napiim uyanıp ne güzel uyyorm işte” Xsra “ eee nası gidiyo hayat?” ben “ iyiiiii, aynı günü yaşıyorum sürekli” Xsra “he gene depresyon modun açık kalmış” ben “yok ya hayatın hormonlu zamanına mı denk geldim nedir?” Xsra “neyse sabah sabah kafa açma, baksana Tahausa’da çiçeklerde indirim var. Gitsek mi?” ben “diyosuun ne zaman peki” Xsra “şimdi uyandıysan, gel beni al” ben “ee iyi alayım bakim” Xsra “tamam bi saate gelir misin?” ben “hıhı”.  Yaklaşık 2 saat sonra Xsra’yla Tahaus’a gittik. Xsra “millete bak ot meraklıları” ben “bizde öyle” Xsra “yok bee anneler gününü ucuza getirem dedim” ben “mantıklııııı” Herkes gibi bizde orkide reyonunu gezdik. Baktık, inceledik, aldık, bıraktık. Renk seçtik geri vazgeçtik derken kiremitle mor karışımı renge sahip orkidelerden birkaç tane aldık. Arabanın arka koltuğuna orkideleri emniyet kemerlerini takıp özenle yerleştirdik. Xsra’yı eve bırakıp kendi evime geçtim. Orkideleri camın önüne koydum, harikaydılar. Sulasam mı? diye köklerini inceledim. Kararsız kaldım. Fotoğraflarını çekip anneme attım. Beğendi mi beğenmedi mi anlayamadım. Benim tarafımdan ona yapılan jestlere genelde sessiz kaldığı için hatta bana karşı doğduğumdan beri sessiz moda alınmış gibi davrandığından çok üstünde durmadım. Ne de olsa iyi şeyler yapınca şımarmayım diye övmeyen, sadece misafirlerin yanında “kızım” diyen bir kadın. Bunu anlamaya ve hatta çözmeye çalıştığım çok oldu ama bu düşüncelerin üzerimde yaptığı baskıyla agresifleşip genelde ona da bu yüzümü gösterip hep bana karşı neden soğuk ve ilgisiz olduğunu alttan alta ima eden sözleriyle karşılaştım. İçimden kendime acımayı bırakıp daha umursamaz olmaya başlayalı birkaç ay oldu. Aramızdaki ilişki için yeni kararım. Soracağını da sanmam. Çünkü bazen kendimi çok iyi saklarım. Tabii o kadar umurunda olmadığımı da düşündüğüm olmuştur.  Birkaç gün sonra annemi aradım. “çiçeğini getiriyorum evde misin?” dedim. Annem “yok şimdi et balığa gidiyoruz” ben “hımmm ne zaman getireyim” Annem “ben söylerim sana” bu cümle bile içimde küçük bir ışık yakmıştı. Aşırı hassas ve sevgiye muhtaç aç kalbim buna bile sevinmişti. Çiçeğin sahibine ulaşmasının belirsiz bir süre içermesi canımı sıktı. Zavallının paketini yırtmaya karar verdim. Onun paketinden çıkardığımda işten eve gelmiş ve pijamalarını giyip rahatlamış gibi hissettiğini düşündüm. Köklerini inceledim. Su ister misin? Diye sordum. Camın önüne diğerlerinin yanına koydum. Onları izlerken içimden kendime mutluluğu küçümseme dedim. Aslında o günlerde kendi kendime konuşma konusunda baya ilerlemiştim. Sese gerek yoktu. Bir ben vardı, birde “hasta ben”. Bazen “hasta ben” beni çok yoruyordu. Hayatımdaki tüm önemli kararları o veriyor, onun canı sıkılıyor, o depresyona giriyor, o saçma şeyler yapıyor, o birilerine laf ediyor, o işe gitmek istemiyor, o her şeyden nefret ediyordu. Bazen diğer ben’in tüm vakti onun yaptıklarını düzeltmeye çalışmakla geçiyordu. Mesela bazen iş yerinde ona gelen bir telefona bağırarak cevap veriyor, diğer ben kibarca telefonu onun elinden alıp işi toparlamaya çalışıyordu ya da işin en yoğun olduğu zamanlarda canı bahçeye çıkıp gezmek istiyor, çocuk parkına gidiyor salıncakta sallanıyor garip bakışlara aldırış etmiyordu. Keyfine düşkündü “hasta ben”. Diğer ben insanları seçmesi gerektiğini herkese güvenmemesi gerektiğini söylerken o bunu da sallamıyordu ama sonrasında kalbinin ne kadar acı çektiğini hatırlayıp insanlara karton varlıklarmış gibi davranıyordu. Karton insan deyip insanlara karşı  bir şey hissetmeyi, güvenmeyi ya da bir sorunu paylaşmayı bırakıyordu. Hatta bu yüzden diğer insanları bencilce kırıyordu. Hasta ben, asi bir at gibiydi. Çalışma hayatımda ya da sosyal çevremdeki insanlarda bu iki benli halime alışmış gibiydiler. Hasta ben bir gün iş yerinde kimsenin sevmediği bolca arkasından atıp tuttuğu müdürün gereksiz boş konuşmalarına sinirlenmiş ve adam kapının eşiğinden adımını dışarı atar atmaz kapıya çılgın bir uçan tekme savurmuştu. Odadaki diğer insanlar hem çok şaşırırken hem de içlerinden kendilerinin cesaret edemediği bir şeyi yapmamdan büyük zevk almışlardı. Hasta ben şişirilen egosuyla uçarken diğer ben ona sadece kızmıştı. Yine de hasta ben’in bu hesapsız davranışlarına karşın iş yerinde sevilmiş hatta insanların sırlarını anlattığı fikir danıştığı biri olup çıkmıştı. Bunların bir önemi var mıydı? Hasta ben için bir önemi yoktu. O keyfine bakarken diğer ben, onun bu yaptıklarına bir kılıf uydurmaya çalışıyordu. Hasta ben içimde büyüyordu. Diğer ben günler geçtikçe sessizliğe bürünmüş, hatta başını alıp gitmiş gibiydi. Meydan tamamen hasta ben’e kalmıştı, bazen isyan ediyor, bazen aşırı saçma mutlu oluyor deli tiz kahkahalarıyla kendi karanlığını dinsel bir temayla sergileyen kendini yargıç sanan aslında hiçbir bok olmayan insansıları rahatsız ediyordu. Hasta ben’in içinde bu türlere karşı derin bir nefret büyümeye başlamıştı. Yüzlerinde sürekli örnek seçilmiş insan olduklarının ifadesiyle binbir surat gezişleri ve insanların bunu gördükleri halde gerçek olmayana karşı duydukları saygı, hasta ben’i bazen çileden çıkartıyor, ağzına geleni söylüyor, açık açık küfrediyordu. Gerçek ben ortadan kaybolduğundan beri hasta ben meydan bana kaldı artık yeni düzen deyip iyice duygularına göre hatta canı nasıl istiyorsa öyle hareket etmeye başlamıştı. Telefon konuşmalarında milletin yüzüne kapatan, isteklerini daha baskın ve kararlı ifaden, annesini acımasızca içinde hissettiği gerçeklere göre kıra parçalaya duygularını zırlamadan anlatan taraf olmuştu. Sanki artık dik duruşumu sağlamlaştıran çelikten bükülmez bir iskeletim olmuştu. Hasta ben’i sevmeye başlamıştım. Kabullenmiştim. Bazen aklıma zor şeyler sokuyor ve bunu yapamayacağımı söylüyordu. Kulağıma sürekli gerçek duygularımı bastırdığımı, ailemin onayı için kaç yüzyıldır da böyle yaşamanın bana mutluluk verdiği kandırmacasına kendimi inandırdığımı söylüyordu. Aynaya her baktığımda ensemin arkasında belirip ahtapot görünümlü bir kartal olduğumu söyleyip duruyordu. Ahtapot değildim ama kartallar gibi de hiç değildim.  Bu hasta ben ne zaman hayatıma girmişti? Bir ses olarak doğduğu zamanları hatırlıyorum. Biriyle tanışmıştım, Ateşle. Ondan beri yavaş yavaş büyüyüp beni ele geçirdi. Ateşin peşinde bir ahtapottum. Bazen de ateş benim peşimdeydi. Aramızda bir cam vardı. Bana yaklaştığında ben haşlandığım için bir süre sonra onunla yapamaz hale geliyordum, onu delirtip kendimden uzaklaştırıyordum. Soğuduğumda tekrar bir şekilde onu buluyordum. Ateşe baktığımda kendimi bambaşka diyarlarda buluyordum. Ateş bana bir yerde annemi hatırlatıyordu. Annem beni hiç istediğim gibi sevmemişti. Ateş, anneme benziyordu beni sevebilirdi ama o da bir süre sonra beni yakıyordu. Her neyse Ateş’le tanıştıktan sonra hasta ben içimde her gün biraz daha sesini artırdı, kendini kabul ettirdi. Dünyanın sınırları olmadığını ama benim çok fazla sınırlarımın olduğunu kendimi ahtapot sandığımı ama benim kartal olduğumu söyledi. Yine bir gün aynaya bakarken, diğer beni unutmuşken, Ateş’le artık olamayacağımı tamamen anlamışken bana fısıldadı. “hadi çık şu akvaryumundan” dedi. Çıkmak için konforlu alan güvendiğim birileri olmalı dedim. Benimle alay etti. Önce annemle konuşmalıyım dedim. Hasta ben bunu ilginç bir şekilde mantıklı buldu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi. Hasta ben galiba ehlileşiyordu. Sustu ve ortadan kayboldu. Zihnimde kimse kalmamıştı. Duygularım ve kalp sızıları vardı. Tüm bunlar olurken deniz kıyısında karettakarettalara ayrılmış sakin bir plajda deniz dalgalarıyla uzun bir yürüyüş yaptım. Sesi uzaklaşan diğer ben’le vedalaştım ve anneme artık bir kartal olmak istediğimi anlatmaya karar verdim ama öncesinde kız kardeşime bahsettim. Eğer sana bu konuyla ilgili bir şey söylerse lütfen benim tarafımda ol dedim. Kız kardeşim her zamanki üstten ve alaycı tonuyla merak etme ama neden ahtapot olmak güzel değil mi? diye sordu. Öyle ama ben rüzgârı hissetmek istiyorum ve bunu sürekli düşünür oldum, içimdeki hissi susturamıyorum artık dedim. Kız kardeşim böyle şeyler hissetmiyor olmanın verdiği üstün mutluluğu yine ses tonuna yansıttı. “tamam, söylerse senin savunurum.” dedi. Bu kısa ruhsuz konuşma sonrası nedense onu da kendimi de yargıladım ama artık havaalanındaydım, verdiğim kararın sağladığı iç huzurla telefonumu tamamen kapattım ve uçak havalandı. Telefonu açtığımda cevapsız çağrılar ve annemden gelen üzücü mesajla gerçek dünyaya iniş yapmıştım. Yanına gidemedim, hasta ben beni terk etmişti. Yoktu ona ihtiyacım vardı ve kendimi deli gibi yargılamaya başlamıştım. İçimde fok balığına benzeyen çirkin bıyıklı bir balık belirmişti. Süreci yargıç olarak yöneteceğini ve benim zaten uçarı kaçarı olduğumdan haksız ve mahkemeyi kaybedeceğimi söyledi. Üzgündüm. Çünkü kendimi kartal olarak hayal etme cesaretini göstermiştim. Uçmak zordu. Yine de annemi görmek istedim. Çünkü Ateş uzun zamandır yoktu. Onu özlediğimde de annemi özlüyordum, şimdi her ikisinden de aynı anda kopmak bir ahtapot için susuz kalmaya benziyordu. Ateş şimdi ne alaka dedim. Kendi kendime ağladım su çok sıcaktı ve akvaryum kaynıyordu. Eve gittiğimde küçük umursamaz bir topluluğa benzeyen ancak düştüğünde “aaa bak işte demiştim düştü ileri görüşlülüğündeki babam ve erkek kardeşim, sinirli annemle birlikte vakit öldürmekteydi.” Erkek kardeşim neden doğum gününü kutlamadığımı sordu hemen. Herkes ekstra tripliydi. Babalar gününü kutlamadığım için babam, kartal olmak istediğim için annem, doğum günü içinde salak kardeşim kendi çaplarında onların varlığının benim dünyam için çok önemli olduğunu düşünmekteydi. Oysa ben ahtapottum kan rengimiz uyuşmuyordu. Annem asık yüzüyle beni vazgeçirmek için sessizce oturuyordu. Diğerleri de benden rahatsız mimikleriyle beni istenmeyen ilan etmişlerdi. Benim doğum günümü hiçbir zaman hatırlamayan aile fertlerine biraz isyan ettikten sonra sevgili anneme aldığım kolyeyi uzattım, oralı bile olmadı sonra kartal olmaktan vazgeçtim sadece şakaydı dedim. Bir süre sessizce youtube izlediği çok sıkıcı yemek programını birlikte izledik içimde biri uçurumun kenarındaydı. Hava karardı ve ben onları Caravaggio tablosu gibi geride bırakıp eve döndüm. Yolda kızacak kimse bulamadığım için Ateş’e sövdüm biraz. Onu sadece dünyaya getirip bunu başarı sayan ailesine de sövdüm. Eve geldiğimde hasta ben’den yine haber yoktu. Birden telefonum çaldı. Şaşkındım, çünkü arayan Ateşti. Kendi başına yanmanın onu mutlu etmediğini söyledi. Bir saat konuştuk. Sosyal medyada kartal olma eylemime dair bıraktığım izleri görmüştü. Kendinden dolayı olduğunu düşünmüştü. Haklıydı ama yüzde on yedi onunla ilgiliydi. Yüzde elli üç hasta ben. Kalan yüzde otuz zaten benim kendimdi. Telefonu kapattığımda kendimi daha cesur hissetmiştim. Kartal olmak güzeldi ama ben hala ahtapottum. İnsanlar beni ahtapot sanıyordu. Annem de öyle kalmaktan mutlu olacağıma inanmıştı. Günler öylece geçerken bir gün ayna karşısında kendimi izlerken hasta ben’in yeniden sesini duydum. Benimle alay etti. Aciz bir korkak, sevilmeye muhtaç ama asla annesinden tam puan alacak kadar sevilmeyen bir ezik olduğumu söyledi. Annemi aradım, sesi keyifliydi. Benim onun için fersah fersah geçmişte kaldığını varsaydığı isteğim aklına bile gelmiyordu, nasıl hissettiğim aslında hiç umurunda değildi. Onun kendi duyguları ve önemsedikleri vardı ve ben o listede 3. yedekteydim. Kartal olma isteği beni yiyip bitiriyordu ve bu sadece geceleri beni uykusuz bırakıyordu. Hasta ben aslında gerçek bendim ve artık kendini göstermek istiyordu. O sabah kartal olarak güne başlamaya karar verdim. Bu çok zordu. Uçmak zor bir eylemdi ve herkesin gözü üzerindeyken sudan çıkmak bambaşka bir deneyimdi. İçimdeki tüm seslere susmalarını söyledim. Sadece yaptım ve böylelikle kartal olma yolculuğum başladı. Annem uzun süre bana küstü mesafeli birlikteliğimize birkaç bin kilometre daha ekledi ama artır ben artık bir kartaldım ve o da zamanla bu gerçeği kabul edecekti. Hasta ben aslında gerçek bendi ve onun sesini yıllar önce kapatmışlardı çok sessiz kaldığım zaman onu duymaya başlamıştım…


Nimet Pilavcı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder