<script async src="https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js?client=ca-pub-3732502524573706"
crossorigin="anonymous"></script>
Güneş, koyu
yeşil ormanın ardından en kızıl rengiyle battı. Gökyüzünde mavi ve pembe
tonları arasında geçen ışığın dansı uzay boşluğuna doğru süzülerek, yarım
kürede o gün yaşanan tüm duygularla beraber zamanın sahnesinden çekildi. Yeni
bir gösteriye hazırlanan gökyüzünün alışılmış mucizesinde, ay ve yıldızlar tek
tek sahnede belirirken insanlar da evlerine döndü. Gecenin sessizliğinde yapay
ışıklarla aydınlanan pencerelere dışardan bakıldığında akrep ve yelkovan herkes
için aynı sayı değerini işaret ediyordu. Evlerden birinde bir anne okuldan
dönen çocuklarına yemek hazırlıyor, salonla birleşik olan mutfaktan bebeği
ağlatan küçük kızına sesleniyordu. Saatin akşam sekiz olduğunu yuvasından
fırlayarak saniyenin onda biri hızla çıkan guguk kuşu haber vermekteydi. Anneye
göre akrep ve yelkovan yine koşturuyordu. Küçük kız büyüme sancıları çekiyor ve
ona göre saatlerdir açtı. Hemen yan evde yaşayan genç kız çalışma masasında
duran dağınık kâğıtlara bakıyor, son bir ayının altı ay kadar yoğun bir duyguda
sürdüğünü düşünüyordu. Şimdi aldığı derin yaralarla baş başaydı. Sokağın
karşısındaki bahçede adeta gölde süzülürken donup kalan ördek anne ve yavruları
bir davete gider gibi ledlerle süslenmiştiler.
Evin bahçeye bakan penceresinden içeriye süzülen zaman, iki ihtiyarın
kendilerine ait berjerlerde hayatla olan mücadelelerini çoktan tamamlamış
olmanın zevki içinde televizyon karşısında uyukladıklarını gördü. Onlar için
“bugün” herhangi günden biriydi. Hastanede, odasında gece nöbetinin
bitmesini iple çeken doktor sisteme düşen test sonuçlarını inceliyordu. Adını
duyduğu anonsla yerinden fırlıyor, nefes alamayan hastasının yanına koşuyordu.
Nefesi kesilen hastaya müdahale ediyor ve birkaç saniyeyle hastayı
kurtarıyordu. O anın süresi hastanın zihninde sayılarla ifade edilirken doktor
için sadece bir rakamdı. Sonsuzluğun içinde ilerleyen zamansa telaşsız ve
sakindi. Belki de aynı filme sürekli şahitlik etmekten sıkılmıştı. Tüm bunlar
bizim için sayılar ve formüllerle ifade edilip hesaplanırken, zamanın
muhasebesi insanın kalp atışıyla ya da saatteki birkaç sayı ve rakam elbette
değildi. Çok daha fazlasıydı. Nefes aldığımız her andı, anda yaşadığımız
duygunun zihinde bıraktığı sevinç, acı, heyecan, gerilimdi… Hepsinin bir rengi,
ölçüsü ve hissin göreceliği vardı. Maddesel varlığı formüllerle ifade edilen
zaman duyusu içinde yaşadığımız bir olgu mu yoksa bizim sadece tanıklık
edebilecek kadar hissedebildiğimiz, yanımızdan hızla geçip giden evren
mekaniğinin bir parçası mı adlandıramıyoruz. Elinizde tuttuğunuz derginin, onsuz
yapamadığınız telefonunuzun, ağzınıza attığınız atıştırmalığın, her yudumunda
hayat bahşeden suyun ve dünyadaki her şeyin atomların birleşmesinden ibaret
olduğu galakside belki de numaralandırılamayan, parayla ya da herhangi bir
değerli taşla satın alınamayan, geri getirilemeyen en değerli şey ZAMAN. Onu
sadece başkaları için kullanarak birilerine verebilirsiniz. Ancak siz olmadan,
sizin zamanınız kimsenin işine yaramaz. Bu adeta parmak izi, retina gibi kişiye
özel. Tam şu anda beklenen “zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz?” sorusuyla
yargıçlık yapmayacağım ve hatta size zamanı yavaşlatmanın bir yönteminin
bulunduğu müjdesini bile verebilirim. Geçmişte bir gün, bilim insanları zamanın
dünya merkezinden uzaklaştıkça yavaşladığını keşfetmişler. Yani dağlarda zamanın
daha yavaş aktığı kanıtlanmış. İnsanlar dağların tepesine evler yapmaya
başlamış hatta öyle ki bazıları dağların tepesine kazıklar çakıp evlerini o
kazıkların üzerine inşa etmiş.
Zamanın
görecelik kavramını savunan Einstein'a
göre zaman üç boyutlu bir düzlem üzerinde ilerlemekte. Teoreme göre bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir.
Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların
hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân
hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Yani
bulunduğumuz yer ve mekânda cisimsel olarak
algıladığımız süre duruma göre değişiklik gösterir. Eğer ışık hızına
yakın bir hızda hareket edebilseydik zaman çok daha yavaş akardı. Ancak bunu
biz fark edemezdik bizi dışardan gözlemleyenler fark edebilirdi. Işık hızında
zamandaki hızımız sıfır olduğu için zaman bizim için dururdu. Einstein zamanın
göreceliğini güzel bir kızla geçirilen bir dakikayla elinizi ateşe tuttuğunuzda
geçirilen bir dakikayla açıklarken ünlü felsefecilerde zaman konusunu anlamaya
çalışmıştır. Aristoteles, harekete bağlı bir zaman tanımı yapmıştır. Ona göre
geçmiş ile gelecek zamanı bağlayan ve onlarla sınır oluşturan şimdiki an,
zamanın sürekliliği ve bağlantısıdır. Ünlü düşünür ve teolog Aurelius Augustinus,
“zaman nedir?” sorusunu hiçbir şey geçmeseydi geçmiş olamazdı. Hiçbir şey
olacak olmasaydı gelecek zaman olamazdı. Hiçbir şey olmasaydı şimdi olamazdı
diye ifade etmişti. Kimine göre saydam bir madde, kimine göre bir yarısı
geçmişte kalmış yok olan diğeri henüz gerçekleşmemiş, olmayan madde, kimine
göreyse bir devinim. Yani kendinize geçmişte bir düşüncenizi başlangıç noktası
olarak belirlerseniz düşüncelerinizi farklı yıllarda sorgulayıp zamanın
devinimine tanıklık edebilirsiniz.
Bense bütün
bunları bir kenara bırakıp zamanla ilgili bambaşka şeyler düşünmek istiyorum. Bir gece dünya kendi etrafında dönmeyi bıraksa
zaman durup bekler mi? Görecelik kavramına göre herkes için farklı geçen zaman
eşitlenir mi? En ‘mutlu’, ‘üzgün’, ‘heyecanlı’… Anlardan herhangi birinin
içinde hapsolsaydık hâlâ aynı duyguyu hissetmeye devam eder miydik? Zaman
dünyanın etrafında görünmez bir çember olabilir mi? Eğer müdahale edilebilseydi
kozmik ana akımdan başka bir yan akıma uğrayan zamanda bir sabah herkese
verilen rol değişseydi, bir önceki yaşamı hatırlamak mümkün olur muydu? Bu
öylesi bir sarmal ki geçmiş geleceğin sebebiyken, gelecek şimdinin ellerinde ve
bazen her şey bir yaprağın vaktinden önce yere düşmesiyle bile değişebiliyor.
Yani milyonlarca gelecek ihtimalinden birini basit bir yaprak belirleyebiliyor
ve insanoğlu bunu her şey bittiğinde dahi fark edemiyor. Sahip
olunamayan tek şey olduğu için mi, zaman bu kadar değerli. İnsanlar zamanı
satın alabilseydi ve bu dünya yolculuğunu sonsuz kılsaydı nasıl olurdu hiç
düşündünüz mü? Zamanı satın alan insan aynı anda birkaç farklı hayat mı yaşamak
isterdi yoksa yaşadığı hayatı uzatmayı mı? Dünyadaki sayılı bilim insanına
zamanı fonlamak için dünyada bir bağış sitesi kurulsaydı en çok kim mutlu
olurdu? Bağış yapanlar mı? Bilim insanları mı? Tüm bu soruların odaklandığı bir
nokta var. Dünyada zaman hepimiz için aynı akmıyor. Zaman; bize
hissettiklerimiz kadar eşlik ediyor. Belki de herkesin kendine ait zamanı
yalnızca kendi nefesi ve içinde bulunduğu duygu kadar...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil