3 Haziran 2023 Cumartesi

 BEN DÜNYA'DA YENİYİM

Onlar bilmiyor, hiç kimsenin haberi yok. Bende şans eseri öğrendim ya da hayır şans eseri değil, çok sorduğum için kafalarını şişirdim galiba. Birden söyleyiverdiler. İlk duyduğumda donup kaldım. Basitliğin karmaşası sardı içimi. Suyun aniden eksi 20’leri görünce donup kaldığı gibi kalbim buzdan bir heykele dönüştü içimde. Gözlerim buğulu değil artık buzlu bakıyordu, gerçek olmayan gerçeğe. Oyun deyip basite aldıkları yaşamak düşü; bütün bunlar romantik söylemlerdi. Her şeyin bir gerçekliği vardı. Vardı da hangi otorite bunu yargılayabilirdi ki. Ya da herkesin umurunda olsa, tüm insanlık bilse ne değişirdi? Bazen gerçek gözümüzün tam önünde durur ve biz yanında geçip gideriz. Görmezden geliriz. İşte tamda böyle her şey. Son günlerde kendimi yalnız, umutsuz ve çok görmüş geçirmiş hissediyorum. Oysa henüz 30’ların başındayım ve neredeyse sıradan insanların çoktan yaşadığı şeyleri bile yaşamadım. Mesela çok sevilmedim. Mesela kimseye yurt olamadım, mesela çok ülkede görmedim ya da paraşütle bir yerlerden aşağı atlamadım, belki ciddiye de alınmadım. Herkes için kolay oluverdim bazen. Kolay affeden, kolay kabul eden, kolay seven, kolay üzülen, gönlü kolay alınan, kolay, kolay, kolay… Yaşamın bana hissettirdiği tek duygu, en iyi hissettirdiği üzülecek bir şey bulup onlara üzülmem oldu. Bu bazen çöp kenarında ateş yakıp kimin dünyasını nasıl alt üst ettiğini bilmeyen sığınmacılar olur, bazen şefkate muhtaç üzgün gözlerle etrafımda dolanan bir sokak köpeği, bazen sevgisine bir türlü inanmadığım sevgili, bazen cadde, sokak ya da bir tarla kenarında başı vurulur gibi kesilmiş bir ağaç. En çokta ağaçlara üzülüyorum. Onların sessiz iyilikler olduğunu düşünüyorum. Sessiz, mutluluk veren, gölgesinde şenlendiğim, rüzgârda şarkı söyleyen yapraklarını dinlediğim ağaçları neden keserler ki? Anlamıyorum. Onları yok eden birinin kalbi olabilir mi? Gerçekten neyi sever? Sevdiği her şeyi sorgularım. Neden melankoliksin? “Çünkü ağaçları kesiyorlar. O yüzden” diyemediğim için başımı önüme eğip yalancı bir gülümseme yapıştırıp suratıma “hayır”  derim hep. Yaşamak güzel şey. Nefes almaya muhtaçken, akciğerlerinle aran kötüyken ya da hayatın kıyısında tutunmaya çalışırken uçurumdan aşağı bakıp kara parçasının değerini anlamak gibi. Bıraksan kendini düşsen aşağı, ne olacak ki? Başka bir başlangıcın içinde bulacaksın kendini. Sen insansın. Ne kadar aşağılık anların olsa da. Sana neden böyle sonsuz bir ödül verilmiş, hiç düşündün mü? Düşünüyorum ama bulamıyorum ben. Sen bulursan bana da söyle. Buna ihtiyacım var bugünlerde. Birde herhangi bir yerde toprağa gömülmeye. Kapatın üzerimi ve gidin. Yok, olayım şuracıkta. Sancılı yaşam, umutsuz yaşam bu sonrasızlık bitsin. Ne olacaksa olsun. Çok yorgunum. Ben beceremiyorum çünkü. Hayatın olağan akışında insanların saçma mutluluklarına, sevinçlerine bakıyorum ve sesi olmayan sesli bir videoyu izler gibi yavan buluyorum. Oysa eskiden çok sevindiğim, kalbimin delicesi çarptığı zamanlar vardı. Acılar gerçekti, mutluluklarda öyle. Ben gerçektim. Şimdi bir gölgenin yansımasıyım. Yansıma diyorum o kadar açık griyim. Sessizce izliyorum. Numara yapıyor, hayatın akışına kapılıyormuş gibi basit dertleri takıyormuş gibi yapıyorum. Kimse anlamasın diye bazen iş yerinde birine sinirleniyorum, hoşuma gitmeyen bir şeylere isyan ediyorum ya da öylesine birileriyle sohbet edip planlar yapıyorum. Gerçekliğimi yitireli çok olmadı ama dikkat çekip bir hikâye çıkartmak güzel olur dersen 13 gün 2 saat 39 dakika olmuş. İçimden sadece gözyaşı dökmek geliyor. Geçmesini beklediğim yara iyileşmiyor adeta bambaşka bir yaratık büyüyor içimde. Her gün bir yeri beliriyor. Resim netleşiyor. Bu şey bana ne yapacak korkuyorum. Ruhumu hapsedip kendi ruhu mu yapacak? Başka bir dünyadan geliyor. İçimde büyüyor. Ben de büyüsün diye uğraşıyorum farkında olmadan. Son günlerde daha hızlı büyümeye başladı. Sadece şekil olarak mı değişik yoksa başka yetenekleri de var mı? Beni başka biri mi yapacak? Hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Fısıltı, fısıltı, fısıltı. Neyi çektiğime dair hiçbir fikrim yok.  Tek istediğim sıradan olmakmış. İsteyince olan şeyleri istemeyi nasıl isterim? Ben isteyemiyorum. Dilim söylese de içim titremiyor. Kendinden umudu kesmiş olmak böyle bir şey mi? İnsanların hepsi bu söylediklerimi yaşıyor mu? Hayatlarının herhangi bir döneminde? İstemek bile hadsizlik gibi geliyor bana. Toz taneciğinde yaşayan küçücük mikroskobik varlık neden umursansın ki? Neden umurunda olsun ki? O neyi bilirde ister? O, ne bilir ki? Ne zaman istemek mevzusunu açsam kendime bunları söylüyor. Sonra insanlara bakıyorum. Yaşamlarına, dünyayı tüketme şekillerine, söylediklerine, güldüklerine, konuştuklarına. Bir hata olmalı. Bir yerde bir hata olmalı. Nasıl beceriyorlar hiç yok olmayacak gibi mutlu olmayı? Ben nasıl farkındayım böylesi. Bu geçici bir hal mi? ya geçer bende onlar gibi olursam. Belki de onlar gibiyim. Yarın erken kalkmalıyım. Görüşmek istemediğim biriyle randevum var. Hayat ne tuhaf. Yani hayatın bizi gördüğü, duyduğu yok ama yine de bunu demek insanı hafifletiyor. Görüşmek istediğin, deliler gibi görmek istediğin insanı sonsuza kadar kaybedip görüşmek istemediğin başka insanlarla görüşmek zorunda olman. Devam edebilmek için buna ihtiyaç duymak. Kuruyemişin içinde sevdiğin yemişin çok çok çok az kalmış olması gibi. Anlamsızlığa bu kadar anlam yükleyen de anlamlı şeyleri anlamsızlaştırıp bir köşeye atan da benim. Ben, kimim? Düştüğü kuyudan çıkmaya çalışan kafasının içinde kendiyle kavga eden insanları sevmeyen ve en çokta kendine düşman olan kimine göre asi, kendine göre ucuz bir ruhum. Koşturan insanlar görüyorum, trafikte bir saniye öne geçmek için birbirine korna çalıp, kendilerinin olunca kutsal, önündeki arabadakinin olunca ana avrat küfredenler. Çocukken okuldan eve belediye otobüsüyle dönerdim. Sıkışık insan dolu, ter kokan, eylemsizlik hareketiyle birbirine çarpıp duran sessiz insanlara bakıp içimden onlara bağırırdım. “ilk hangimiz ölecek? Bilen var mı?” diye sorar tahmin etmeye çalışırdım. Sonra sıra bana gelirdi. Önce ben ölürsem derdim. Otobüsten inince karşıdan karşıya geçerken bacaklarım titrerdi. Ölüm korkusunu ilk bacaklarımda hissederdim. Ben hep mutsuzdum. Mutluluk nasıl bir şey aklıma yatmazdı. Mutsuzlukta etime sürten bir bıçak gibi değildi. Sakindi. İnce bir sızı olurdu içimde. Hep bir kaybetme korkusu. En çok annemi kaybetmekten korkardım. Eve koşarak giderdim. Ölmeden önce yetişeyim isterdim. Gittiğimde sağlıklı olduğunu görünce içimde çiçekler açardı. Annem anlamaz bana hep kızardı. Çocuksuluğum ona dokunurdu. Belki de asla büyümeyecek olmamın korkusu sarardı. Haklıydı. İçim hep çocuk kaldı. Büyümenin tatlı sancısı hiç sarmadı beni. Ergenlik, yetişkinlik dikkatimi çekmedi. Beni hep çocukça mutsuzlukların içinde çiçek açan küçük mutluluklar ilgilendirdi. Ben büyüdükçe çocukken uzanamadığım mutluluklara uzanabildikçe sevindim. Mutlu oldum. Kısa sürdüler, ama olsun. Böyle bir şeydi demek dedim. Sonra insanlara baktım. Sevinçleri gereksiz geldi. Ya da asla uzanamayacağım şeyler olup çıktıkları için kendi içimde küçümsedim. Evet, öyle yaptım. Bana uzak sevinçleri hep küçümsedim. Böylelikle bastırıp yok etmesi kolay oluyordu. Yazmaya da çocukken başlamıştım. Kendime masallar uydurmam gereken zamanlar oluyordu. Aklımın bir köşesinde oyunlara dalmak iyi geliyordu. Sonrasında da bırakamadım. Bir hastalık gibi içimden çıkıveriyordu. Yanımda hep küçük not defterleri taşımak zorundaydım. Aklıma sürekli olur olmaz yerlerde şiirler gelirdi. Yazmazsam sonsuza kadar kaybederdim onları. Sonra hani bir şarkı duyarsınız ama adı aklınıza gelmez, mırıldanmaya çalışırsınız bulamazsınız, takılıp kalırsınız ya. İşte öyle bir şey oluverirdi o mısralar bende. Yazmak kendimle dertleşmek gibiydi. Kendimi bana cevap vermeyen defterlere dökmek, yaralarımı iyileştirirdi. Zamanın benimle işi kalmazdı yazarken. Ne ben onu sorardım ne de o beni. Sadeleşmekti yazmak. Ruhunun bir yerlerde kendi müziğinde dans etmesiydi. İşte böyle bir zamanda başladı, evrene merakım da. Binlerce ışık yılı uzakta bir yerde yaşamak, bir sabah uyandığında Satürn’ü dünyada bulmak, ağaçlarında çorap yetişen tarlalar, kötü adamlardan kaçan kaktüs oğlanın bir fareye yem olması, bunlar hep rüyalarımın bana sunduğu hayran kalarak izlediğim bilinçaltı zırvalıklarımdı. Öyle sıkı sıkıya sarıldığım bir hayalim hiç olmadı. Olanlarda ne kadar gerçek oldu. İstediğim mi oldu, olana mı razı oldum. Düşünmek bile istemiyorum. Dünyadan vazgeçmiş olmayı diliyor bir tarafım, diğer tarafım sıradan insanlar gibi mutlu olmayı denemeye çalışıyor. Sonra hepsi içimde bir yorgunluğa dönüşüyor. Her şey yabancılaşıyor. Herkes çoktan başka bir gezegene taşınmışta ben burada unutulmuşum hissine kapılıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. Hep aynı yerdeyim sanki. Yokluğun ortasında yokum. Varlığın ortasında hiçim. Hiç olmak herkesin beceremeyeceği bir ayrıntı. Dünyada çok can yakıcı sorunlar varken benim sürekli “buram uff oldu” diye geziyor olmam ne büyük şımarıklık diyorum bazen. Kendimi öylesi küçümseyip ötekileştiriyorum ki. Sonra dünyayı düşünüyorum. Toz taneciğisin sevgili dünya, kendini beğenmiş insanlık diyorum. Biri bana neden değerli ve yaratılmaya layık görüldüğümüzü anlatmalı. Bak şu yüzden demeli. Bir sürü sebepten ya da. Bende ikna olmalıyım. “aa bak ne değerliyim” diye başım ve sırtım dik gezmeliyim. Sonra kim bilir değersiz bir şeyler yapıp daha da değerli olduğumu düşünmeliyim. Ben neyim? Bilimsel olarak bir açıklamam var. Etten ve kemikten yaratılmış, yok ortaya çıkarılmış biyolojik bir varlığım. Varım. O yüzden sonsuza kadar saçmalayabilirim. Bedelini ödedikçe tabii. Peki, ben bir çiçeğe dönüşebilir miyim? Ya da bir tost makinası olur mu benden? Atomlarım sürekli kendini yenileyen bu dünyada farklı şekilde buluşur mu? Saliselerden daha küçük birimler içinde. Kaybolabilir miyim? Sonsuza dek evrendeki kara deliklerde gezebilir miyim? Gezsem gördüklerime şaşırırım kesin. Ama şu an canım hiç gezmek istemiyor. Tek istediğim uyumak, uyumak, uyumak. Bilinçaltımda yenidünyalar, acayip heyecanlı olaylar keşfetmek. Sonrasında mutlu hissettiğim bir anda uyanmak. O gün tekrar gelecek mi? mutlu olduğum o gün. Uykumda mutluyum, mutlu uyandım dediğim o gün. Gelecek mi? bunun çaresi neden böylesi bir. Susmak. Burada susmak en iyisi. Ben iyi değilim. Okyanusun ortasında kendi kendime yaşadığım derin çaresizlikle bir sigara yakmak ve beynimin salgılayacağı “dur, iyisin” hissi yaratacak bir göz kırpışa muhtacım. Bazı insanlar görüyorum. Onları yeni doğmuş gözleri henüz açılmamış kedi yavrularına benzetiyorum. İnsanları seven var mı? Masum hayvanlar dışında. Bir kap yemek, başını okşayacak kadar sevgi, sıcak bir yatak için seven hayvanlar dışında? İnsanlar gerçekten insanları sever mi? yoksa onlar bir arada oldukları için mi seviyormuş taklidi yaparlar. Bir insan dünyada en fazla kaç can yakabilir. Kaç ölüme sebep olur. İçinde taşıdığı cevherleri kendi kendine nasıl bitirir? Onlardan biri de ben miyim? Tüm bunların bir cevabı vardır elbet. Bilen birini bulmalıyım. Ona sormalıyım. Çünkü bu sorular aniden donup kalan heykellere dönüşüyor zihnimde. Zihnim tam bir müze. Hayat bir zamanlar akmış, yaşanacaklar yaşanmışta kalıntıların taşınıp alarmlarla, mesafelerle saklandığı bir yer olmuş gibi. Beni anlayan var mı? Bu kuyuda sessizce kendimi mi delirteceğim. Kendimden kaçtıkça nefesim tükeniyor, soluksuz kalıyorum. Bazı dakikalar hiç geçmiyor. Aklımın en büyük hayal kırıklıklarını o dakikalarda yeniden tekrar tekrar yaşıyorum. Eylemler gibi duygularda domino etkisi yaratıyor diyorum. Beni mahveden bu garip duyguyla birlikte yaşamaya, anlaşmaya çalışıyorum. Bu kadar mutsuz olduğum için kim daha çok mutlu oluyorsa ben onu kıskanıyorum. Bıktım kendimden. Senden, dünyadan, hep bir cevap bekleyen insanlardan. Sabah erken kalkmaktan, işe gitmekten, selam vermekten, öğlen yemek yemekten, akşam servisle eve dönmekten. Diyet çorba gibi yaşamaktan. Uçup gitmek istiyorum. Kanatlarım olduğunu hayal ediyorum sonra bir kuşun yerden gökyüzüne nasıl özgürce kanatlandığına hayran hayran bakıyorum. Bazen kimsenin olmadığı ıssız yerlerde kuşları taklit ediyorum ama ben uçamıyorum. Gökyüzü çok uzak. Ben çok küçüğüm. İnsan bilmiyor ama çok acizler. Vazgeçtim dediği şeylerden kurtulamıyorlar.

 

BÖLÜM 2

Bu kadar uzun “ben”in ardından kim olduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Ben bozkırın ortasında yeşil ürpertici bir damarın içinde yüzyıllardır sürüklenen birçok şehir görmüş, birçok insanla bakmadığı yerde göz göze gelmiş bir taşım. Evet. Bir taş. Koyu yeşil rengimle yüzyıllardır sürüklendiğim nehrin içerisinde tüm sivri yanlarımın törpülendiği dikdörtgen ve üçgen yüzeyleri olan bir yüzeyi hafif dairesel bir taş. Aslında ben tek başıma da değilim. Benim gibi üç arkadaş daha var yanımda. Birinin rengi kehribar damarlı, biri açık yeşil düz bir yüzeyden oluşuyor, diğeri de işte o son parça. Sanki bizi aramaya gelmiş gibi gözleri yerdegezen kızın hafif kırmızı olmalı diye aradığı ve kuru nehirden uzaklaşırken gözüne takılan daha çok akik rengi bir kırmızı taş. Ben ona akik diyorum. Akik’in bir tarafı insan dişini andırırken diğer yüzeyinin hafif keskinliğine bakınca onun başka bir parçasının Kızılırmak’ta kaldığını anlıyorum. Sormadım kendisine ama biraz içe kapanık, öfkeli. Neye karşı bu öfkesi bilemiyorum. Biz; ben, kehribar, akik, yeşil hep bir aradayız. Çok şey gördük. Yüzyıllardır... Nelere tanıklık etmedik ki. Irmağın deli gibi aktığı, genç kızların çamaşır yıkadığı, yüzdüğü, banyo yaptığı, çobanların koyunlarını suladığı, savaşta askerlerin endişeyle atlarında karşıya geçtiği, bir gelinin atın huysuzlanmasıyla sularında can verdiği, barajla birlikte her geçen gün suyun azalan debisine, her daim balık tutan balıkçılara, bir gece yarısı karanlığı delen ışıkla içlerimizden bazılarını toplayıp götüren uzaylılara… sonra bu kız geldi. Ben galiba burada toz haline dönüşene insanlık yok olana kadar buradayım derken… Kız beni düşen bir parçasını yerden alır gibi alıp cebine atıverdi. Şaşkındım. Bir taşı ne yapacak olabilirdi ki? Bir taşı eline alınca neden bağrına basar gibi avucunun içinde sımsıkı tuttu ki? İlk defa kendimi merak ettim. Nasıl göründüğümü? Kızın canı acıyor gibi bir hali var. Sanki kimseye söyleyemediği ama her halinden belli olan bir can acısı. Yanındakilerden başka bir âlemde gibi. Yalnız kaldığında içinden bir şeyler söylüyor. Bizi avucunda sımsıkı tutup, bir şeyler diliyor gibi. Yüzyıllardır yaşadığım evimden uzaklaşıyorum. Bir arabaya bindik o bizi giysisinin cebine koydu ve fermuarı çekti. Güvende olduğumuz için içi rahat. Arada fermuarı açıp bizi avucuna alıyor. İçinden bir şeyler söylüyor. Fısıltıyla. Duyamıyoruz. Galiba söylediklerini yanındakilerin duymasından çekiniyor. Tüm dünyanın duymasından hatta. Karmakarışık içi. Hissedebiliyorum. Çok üzgün olduğunu ve bizimle teselli bulmaya çalıştığını anlıyorum. İnsanların yaşadığı ev denilen bir yere geliyoruz az sonra. İçeri girdiğinde yaşlı, kilolu bir kadına sevinçle bizi gösteriyor. Kadın bilge gözlerle kıza baktı. Yine mi taş topladın? Dedi. Bizleri eline aldı, baktı. Kızın gözündeki sevinci kuşkuyla süzdü. Taşları kıza geri verdi. Kız buruk bir neşeyle bizi tekrar giysisinin fermuarlı cebine attı. Onunla yalnız kaldığımızda anlayacağız herhalde bize niye bu sevgiyle baktığını, avucunda sımsıkı tutup içinden belli belirsiz ne geçirdiğini anlayamıyorum. Diğerleri de benim gibi. İçimizde sürekli neden burada olduğumuz konusunda tartışıyoruz.

Bölüm 3

Kız bugünlerde kafayı yemiş gibi bir deyim var insanların kullandığı aynen öyle davranıyor. Bizi biri sanıyor. Evet, dördümüz ona göre birini temsil ediyoruz. Gündüzleri hep avucunda, çalışırken masada, koltukta otururken yanında, gece yastığının altında bizimle uyuyor. Bazen uyanıyor, yastığının altında bizi arıyor. İçimizden birini bulamadığında ki bazen yastığın altından aşağılara doğru kaydığımız vakitler oluyor o zaman kalp çarpıntılarını uzaktan bile duyabiliyoruz. Tuhaf bir hapis hayatı yaşıyoruz. Konforlu. Bir taş olarak sıcak bir ev kimsenin umurunda olmaz belki ama bir insanın avucunun içinde olmak ilginç bir deneyim. Acı çeken, yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemeyen takıntılı bir kız bu. Adını daha yeni öğrenebildik. Geçenlerde bizi iş yerine götürdü. Masanın üzerine kahve kupasının yanına koydu. İşlerine daldı. Odaya kaba saba bir adam girdi. Herkese selam verdikten sonra kızın masasına yöneldi. “Ooo Mai’de gelmiş.” Dedi. Sonra bir hamlede akiki eline aldı. “ne güzelmiş rengi, kırmızı gibi”. Bizimkinin kalp atışlarını yine duymaya başladık. Adama sanki taşı alıp gidecekmiş gibi endişeli gözlerle bakmaya başladı. Hani başkasına bir şeyi önemsemiyor gibi yaptığınız ancak içten içe deli gibi önemsediğiniz satranç taktikleri vardır ya öyle bir ifadeyle “hı evet” dedi. Adam taşa baktı, bizimkine baktı. “gözünde deliliğin parıltısını gördü.” Sonra yavaşça Akik’i aramıza bıraktı. Bizimki derin bir nefes aldı. Çaktırmadan bizi toparlayıp cebine attı ve fermuarı çekti. Kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz kim olabilirdik ki?


Nimet Pilavcı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder