28 Mayıs 2022 Cumartesi

 

Mezarımı Derin Kazın


Bugün yine ölmüş birine yazıyorum. Unutmaya çalışmak sürekli, defalarca aynı şeyleri tekrarlamak. Gelişi bir şenlik, hiç bahar gelmeyen yerlere bir gün güneş doğar ya öyle oluyor hep. Gidişi karanlık. Her gidişinde bir tutam saç ağartıyor. Gözlerde saklanmayan bir acı bırakıp gidiyor. Bugün arabada giderken öylece sağ koltukta varlığını düşündüm, sonra radyoda bir şarkı yükseldi içimden sızan bu şeyi susturmayı başaramadım. Herkes her şeyi kolayca unutuverirken, geride bırakmayı kabul ederken, ben niye? Niye geçemiyorum senden. O hep sevdiğimiz loş ışıkta oturdum, yanımda olmamanı isterken deli gibi yanımda olmanı istiyorum. Ne bileyim kapı çalsa açsam sen olsan diyorum. Sımsıkı sarılsam da "dur" desen. Kimse bilmese. Hepsi geride kaldı. Yeni biriyle yeni güzellikler yaşamaya başlamış bile. Ben onun için artık herkesten de öte. Tehdit unsuru. Merak etme. Unuttum evini bile. Senin yaptığın gibi yapacağım. Biraz zaman alacak. Sana çok benzeyen biriyle tanıştım. En azından bu içimden sızan şey, adının geçtiği yerde, ki senin adın olmasa bile, takılmadan nefes alabileceğim. Belki sarılırım, belki onunla da film izlerim bilmiyorum. Şans vermeden anlayamazmışım. Senin yaptığın gibi yapacağım. Başka bir evrende en güzel halinle sen, sen ol. Bende yaşamıma devam edeyim. Arada omzuna başımı yasladığını hayal ediyorum, hissediyor musun? Sımsıkı sarıldığımı, boynundan öptüğümü, hemen heyecanlandığını... Gözlerine baktıklarında başkaları da aynı şeyleri görüyor mu acaba? Orada başka bir evren saklı. Uçup gitsen bu kadar mutlu olursun ya hani öyle bir yer orası. Ben ne zaman baksam kalbim önce titrerdi, sonrası farklı doğa olayları. Bazen sakin bir deniz kıyısı, bazen fırtınalı bir gece, bazen karanlık bir orman tuhaf kuş sesleri, bazen mutlu bir akşamüstü... En çok da ne yiyelim diye saatlerce yemek tarifi bakıp sonra marketten garip soslar aradığımız zamanları özlüyorum. Bazen bulamayıp tüm marketleri gezerdik. Bim tarafına hiç gitmiyorum, sen yokken hiç gitmedim. Gidemedim. Özlemekten ölüyorum. Gelsen biz ne saçmalıyoruz, ne yapıyoruz desen...? Neyse yeni bir ilişki, yepyeni bir çelişki... Sana mutluluklar, bana zor kararlar. Alışırım biliyorum kaç defa yaptım. Bu sefer dönüş yok. Zaten tüm dönüş kanallarını kendin de kapattın. 


Nimet Pilavcı

9 Şubat 2022 Çarşamba

Ji Dabulyu

 


Çok heyecanlıydım. 25 senedir bugünü bekliyordum. Onlar bir bilincim olduğunun farkında değiller, bildikleri tek şey özel olduğum. Uzaklara gitmek fikri herkeste olduğu gibi bende de vardı ama beni özel yapan bu fikrin, ben henüz ben dünyaya düşmeden önce ortaya çıkmasıydı. Yolculuk için hazırlanmaya başladığım ilk zamanları hatırlıyorum da her şey ne kadar zor ve sabır istiyordu. Küçük parçalara ayrılmam, analizler, başka maddelerle etkileşimler, istedikleri maddeye dönüşebilmem için yapılan onlarca işlem. Artık parlak, altın sarısı, çok ince aynadan bir bedene sahibim. Yeni bedenim çok estetik ama ben bazen eski çirkin bedenimi özlüyorum. Her neyse beni bir yana bırakalım.  Dünyanın birçok yerinden bilim insanı sadece benden kocaman bir göz yapmak için çalışıyordu. Bu çok zor bir işti. Üstelik beklentileri de epey büyüktü. Onlar için sürekli fotoğraflar çekmemi istiyorlardı. Yani fotoğraf derken anın değil tabii. Geçmişin fotoğrafını çekmemi… İşte, 1,5 milyon kilometre uzağa da aslında bunun için geldim. Dünyadakilere iyi haberler verip merak duygularını tatmin edebilmek için. Aslında basit bir iş. Dünya zamanıyla çeyrek asır, geldiğim yerin zamanıyla ise sadece birkaç saat önce buralardaydım zaten. Her şey bıraktığım gibi. Burası dünya için, zamanın ötesinde. Karanlıkta milyonlarca gök taşı, yıldız, gezegen, galaksinin yaratılıp kendi yaşam serüvenini tamamladığı bir yer. Geri dönüş yolculuğum çok uzun sürmedi ama yine de dünya zamanıyla bir aydan biraz daha fazla diyebiliriz. Beni rokete koyduklarında her ne kadar oraya geri dönmenin heyecanıyla esrime halinde olsam da aklımda tek bir şey vardı. Saatler önce uzayda savrulan üç göktaşı arkadaştık biz. Bir gün yine uzun süre seyir halinde olacağımız uzay yolu üzerinde sabitlenmiş sayılacak kadar yavaş bir hızda ilerlerken devasa bir göktaşı üçümüze birden çarptı. Onlar yer çekimi kuvvetli olan bir gezegene düşerken ben savrula savrula dünyaya kadar geldim. Toprağa düştüm. Tarla dedikleri, insanların kendi vücutlarına enerji sağladıkları yere. Çiftçi Zeki beni buldu. Ona farklı geldim. Bir taştan çok daha ağırdım. Beni önce yıkadı havluya sardı. Kuyumcuya götürdü. Kuyumcu beni uzun uzun inceledi. “bu göktaşıdır, çok para eder.” dedi. Çiftçi Zeki “değişik bir şey olduğunu biliyordum, eee ne yapmalı, kime alır ki bunu?” diye sorunca kuyumcunun üniversiteye giden kızını aradılar. “elimizde bir taş vardır, göklerden gelmiştir, ağırdır.” dedi kuyumcu. Kızı “baba emin misin? gerçekten göktaşıysa Nasa satın alır. Mail atalım” dedi. Kuyumcu “eminim tabi 25 senedir altın, değerli taşı alır satarız, o harçlıklar nerden geliyor sana?” dedi. Kız, derin bir nefes aldı. “tamam o zaman Nasa’ya yazsınlar” dedi. Çiftçi Zeki “masa nedir? Afet yardım masası gibi bir şey mi?” diye biraz kendi kendine biraz kuyumcuya söylendi. Kuyumcu “hele kızım masaya sen yaz bir hele, bak bu abinin çok borcu var sevaptır” dedi. Kız söylenerek telefonu kapattı. Ben günlerce çiftçinin başucunda kaldım. Gün boyu da nereye giderse beni de torbasında götürüyordu. Kahvehanede batak oynamayı, tarlada ekin sürmeyi, ineklere ve tavuklara sabahın erken saatinde yem atmayı, köpeği akşamları serbest bırakmayı ve daha bir sürü şey öğrendim. Yeni gezegenlerin oluşumunu izleyip, evrendeki patlamalara tanıklık edip kara deliklerden kaçarken birden bire kendimi çok garip bir yaşam biçimini izlerken buldum. Günlerim artık hep böyle geçecek zannederken Nasa, çiftçi Zeki amcayı aradı. Zeki amca beni alıp daha gelişmiş dedikleri bir yere götürdü. Buraya insanlar şehir diyorlardı. Beni tekrar incelediler ve bir göktaşı olduğumu söylediler. Çiftçi Zeki benden ayrılırken epeyce mutluydu. Benim 25 sene önceki geri dönüş yolculuğum böyle başladı. Şimdi tekrar uzaydayım. Adım James Webb. İnsanlar öyle diyor. Sinbi gezegenine doğru uzay yolundayım. Göktaşı arkadaşlarıma ‘yeni ben’ ile sürpriz yapacağım. En çok neye şaşıracaklar merak ediyorum. Onları yeniden göreceğim için çok heyecanlıyım. Belki dünyadakilerle işim bitince bende Sinbi’ye yerleşirim. Şimdilik benden bu kadar, hoşça kalın.


Nimet Pilavcı

23 Kasım 2021 Salı

- Evin hâlâ aynı yerde mi? 

- Şu bir camı mezara bakan ev mi? 

- Güzel, baktığında gözüne çarpan ilk mezar var ya işte ben artık oradayım.

- Öldüm ben. Öylesi bittim. Zerrelerim toprağa karıştı. Buharlaştım artık yokum.

Bulutların beyazlığı, gökyüzünün maviliği, cıvıl cıvıl öten kuşlar, renkli şeyler, leziz yemekler, hırslar, idealler hepsi geride kaldı. Bir dünya mesafe uzaklıkta başka bir ışık yılında. Devasa bir boşluğun sakinliği, yıkılan umutlar, hayal kırıklıkları, yenilgiler, sevilmemeler, iliklerime kadar hissettiğim acı. Gözlerine ilk baktığımda içime dolan o his doğruydu. Ölümüm onun elinden olmuştu. Kendimi, beni onca direnişime rağmen sürükleyerek götürdüğü ve ne zaman kurtulduğumu zannetsem salgıladığı tatlı kokularla hipnoz edip yeniden yakaladığı ve vicdansız tekmesiyle itiverdiği acı nehrinde buldum. Nehirde sıcaklık aniden eksi yüzlere iniyor bazen de kaynayan bir derede günlerce çabalıyorum. Tam kurtuldum derken ihanet balıkları etimden parçalar koparıyor, yaralarımı iyileştirmek için sürdüğüm yosunlar beni oradan başka bir yerde yaşayamayacağıma ikna eden bir koku salgılayıp zehirliyor. Kurtulmak için ne kadar çabalasam da düştüğüm acı nehrinde beni kimse görmüyor. Yanımdan geçip gidenlere kızmıyorum ama beni izleyip eğlenen anlamsız acımla alay edenler var. Yavaş yavaş ölürken her zerrem bunları hissetti. İşte ben şimdi pencerenden baktığın, sigaranı yakıp nefes aldığın nefes verdiğin o mezarlıkta yatan gözüne ilk takılan mezardayım. İdeallerin sevmeyişlerin, ideallerin yalanların, ideallerin karaktersizliklerin, ideallerin saygısızlıkların, ideallerin yok oluşun... 
Beni yıkarken aslında kendini yıktığını enkazın altında kaldığında fark edişin, başın sağ olsun, başım sağ olsun... Yokluğun temiz sayfa...
Nimet Pilavcı

31 Ekim 2021 Pazar

Eee var olmanın da bir faturası olmalı di mi?

 Dünyada doğup dünyaya alışamayan kaç insan var acaba? Aidiyet duygusunu hiçbir yerde bulamayan ya da bunu dile getirdiğinde psikolojik bir vaka olarak görülen bilmiyorum ama yüzbinlerce insan aramızda dünyalı gibi yaparak gezmeye, yaşamaya çalışmaya devam ediyor. Kendimden biliyorum ben öyle yapanlardanım. Meseleyi hiçliğe kadar götürdüğüm zamanlar oluyor. Hiç olmasaydım diyorum. Yoksun, bilincin yok, varlığın yok, canını sıkan bir şey yok, mutlu olmak yok, heyecan yok, güzel yemekler yok, sevmek yok, sevilmek yok... 

Eee var olmanın da bir faturası olmalı di mi? Sadece bununla kalsa iyi, dünyada olmak sürekli butonlara basıp yeni yollar açmak, her açılan yolda başka seçimlerle karşılaşmak sonra yeniden seçimler yapmak ve derken hayat yolunu tamamlamak gibi. Yorucu ve meşakkatli bir iş bu. Aslında sonuç olarak herkesin gideceği yere bakılırsa bir süre sonra mesela "ben dünyadan geçtikten" bir süre sonra bütün bunların hiçbir önemi de kalmıyor. İnsanlar geleceğe bir eser bırakmak için bu yüzden çocuk yapıyorlar sanırım. Geride bir şey kalmalı. Tabii o eser mimarlarının başarısına göre büyük ya da küçük bir etki yaratabilir. Belki de yaratmaz. O da aynı şekilde boşluktan aşağı düşüp yok olan diğer dünyalılar gibi yok olup gider. Lakin bir eser bırakabilecek potansiyel ve güçte olursa o zaman dokunduğu şeyler sonsuza kadar dünyanın matematiğini tekrar değiştirir. Tuhaf bir şekilde hepimiz birbirimize bağlıyız işte. Kimin ne yaptığının bir önemi de yok. Kurgu çok sağlam. Amerikan başkanı da olabilirsin, otomobil tamircisi de... Ünlü bir ressam ya da bir öğretmen, aşçı veya otobüs şoförü, keşfedilmemiş bir yazar, belki dünyada hiç kimsenin haberinin olmadığı resmi kayıtlarda dahi adı geçmeyen kimliksiz biri. İnsansın sonuçta. Buradasın. Ve burası dünya...

Tee çocukluğumdan beri yeni doğan bebeklerde kimsenin görmediği bir şeyi gördüğümü düşünürüm. Yeni doğan bebekler çok mutsuzdur. Yüzleri buruşuk ve kırmızıdır. Bunun amniyon sıvısıyla da ilgisi var ama başka bir şeyden bahsediyorum ben. İfadelerinde gözlerini açıp bakmaya bile tenezzül etmedikleri bir yere gelmiş olmanın hüznü var. Belki de yumurtaya koşup onlarcası arasından kazanıp geldikleri yerin daha anne karnında, suyun içindeyken bile tam bir karmaşalar diyarı olduğunu anlıyorlar. Doğduklarında yataklarının etrafı süslense de herkesin ilgi dolu bakışları ve seni hep seveceğiz diyen yüzleri onlara baksa da işlerin bir kaç sene sonrasında yavaş yavaş değişmeye başlayacağını anlamışlardır da o yüzdendir dokunmadan ağlama halleri. Yaşamın hep zor olduğu ve oyun ilerledikçe zorlaştığı ortada. Bilmiyorum doğduğun gezegeni suçlamak ne kadar haklı yapar seni, beni, onları ve tüm insanlığı. Marsta doğsan her şey farklı mı olacaktı? İçinizden bazıları doğduğun ülke değiştiğinde bile her şeyin başka olduğu yerler var diyor duyuyorum. Haklılar. Bahsettiğim mutluluğun bile bir süre sonra sessizleşmesi, tüm notalarını kaybetmesi ve kalbinin içindeki tüm odaların daralarak küçülmesi. Hepsinin aynı hole bağlanması... Sonuç olarak gelsen bin dert, gelmesen yokluk. Gelmiş olmanın da bir anlamı var tabii. Hadi bul bakalım nasıl yaparsan? Bulduğunda da sonuç değişmeyecek ama bulsan güzel olur. Yolculuğun başladı, iyi şanslar..

16 Temmuz 2021 Cuma

Bir İtiraf

 

Yokluğunun bilmem kaçıncı günü. Nisan sonu, mayıs, haziran ve işte temmuz...

Sana git derken ne bekliyordum ki? İstemiyorum artık seni derken istemediğim sen değildin aslında. Beni yakıp kavuran, ele geçiren ve böylesi acıtan bu duygudan kaçıyordum. Hayatımın dokusu haline gelen sevinçlerden, tutkudan ve acıdan. Söylediğin doğruydu bir bakıma acı bana zevk veriyordu. Sende bunu bana karşı kullanmayı seviyordun. Canımı acıtmak, gözümde solan o ışık, yüzümün düşmesi sana değerli hissettiriyordu. Her neyse! Artık yoksun. Bunu defalarca yaşadık ama bu sondu. Yani son derken bile canım yanmıyor düşün. Seni son kez gördüğümü bilmeden son kez görmüş olmak, o bile canımı yakmıyor. Haziranda öldün sen. Bir gece yarısı yokluğun tüm bedenimi sardı. Vazgeçmek, senden vazgeçmek çok zordu. Yanında uyuduğum o tatlı derin uykuyu da kaybettim. İçim yanarken, bedenim buz gibiydi. Titremeye başladım. Nefes alamıyordum, kendime sadece geçecek diyebildim. Bir süre yatakta öylece kaldım. Geçmesini bekledim. Bu acıyı da senide yine küçümsedim. Şimdi o doğramasına çıkıp aşağı sarktığımda bağırıp kızdığın pencereden aşağı sarkıyorum. Yer çok uzak. En azından kendimi bıraktığımda çarpıp parçalanacak kadar. Yer senin gibi. Bir kaç salise mutluluk, sonrası hep acı. Seninle mutlu olmayı başarmayı, diğerleri gibi olmayı çok istedim. Sanki kediler diyarında bir kaplanla yaşamaya çalışır gibiydim. Seni ehlileştirmek benim işimdi. Sanırım tuhaf bir şey oldu ve ben yabanileştim sen ehlileştin. Belki de hâlâ yabanisin. Kendimi seni düşünürken yakaladığım zamanlar sana değer veriyor oluşumdan dolayı olsa gerek kızıyorum, son zamanlarda sana çok fazla küfür ediyorum. Sana, gelmişine, geçmişine, kendime, içimde bu bitmek bilmeyen saçmalığa, bittikçe dolan, boşalırken bile ağlatan bu her ne boksa... Bu kadar büyülü değildin, seni büyülü ve ulaşılmaz yapan benim sana yüklediğim anlam. Kötüleştim ben ve inan bunun sadece ben farkındayım. Oysa 20'li yaşlarımda dünyada yaşanacak ne varsa yaşadım diyordum. Sen, eşik bekçisi gibi beni kolumdan tutup bambaşka bir yere götürdün. Şimdi kapının tam önündeyim. Değersiz varlığın, buharlaştı ve görevini tamamladın. Zor bir yerdeyim. Kaçıp gitmek istiyorum ama geldiğim yere dönemem. Yolda gördüklerimi istiyorum, seninle gördüklerimi... Seninle olduğu için mi o kadar güzeldi yoksa onlar zaten güzel şeyler miydi? Gözlerinde galaksileri gördüğümü söylemiş miydim? Başka gözlerde arıyorum şimdi. Ruhum fırtınalı denizler gibi. Bu gelgitler beni sarsıyor. Ve inan şu an yaşayamadığım, elimden alınmış olduğunu hissettiğim duyguların başkaları tarafından yaşanmasının benim için hiçbir anlamı yok. Masumiyeti öldürür gibi yok etmek istiyorum hepsini. Saçma bulduğun bu duyguların neden saçma olduğunu anlıyorum artık. Uzun, çok uzun süre uçuruma baktım ama bu tek taraflı değilmiş uçurumda bana bakıyormuş. Şimdi anlamsız bir küçümseme eşliğinde içim yanıyor. Umarım senin de yanar. Beni bu yolculuğa çıkarttığın için en az benim kadar mutsuz olmanı dileyeceğim.

Nimet Pilavcı

12 Haziran 2021 Cumartesi

Bir Delinin İç Sesi

 

Bir Delinin İç Sesi

Sevgili belediye bu mektubu kaleme alma sebebim; yazdığım dilekçelerin bir türlü size ulaşamaması. Ben bürokrasi işlerinde iyi değilim, eyvallahta sizde pek beni duymaya meraklı değilsiniz. Aslında ben sizi bir mekâna gittiğimde önce buyur eden sonra da göz göze gelmemek için bin dereden su getiren garsonlara benzetiyorum. Sizde muhakkak onlardan birkaç tanesiyle karşılaşmış olmalısınız. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz mahalle sakinlerinin bile farkında olmadığı ve benim birkaç kez çamur, beton ve tahta ile kapatmaya çalıştığım küçük bir çukur. Aslında asfaltı da denemek istedim ama maalesef asfaltı kaynatmak için feda edecek bir tencere bulamadım. Çukur tam olarak üst geçitten indikten sonra sağ tarafa ayrılan yolun üzerinde. Camiinin tam önünde. Arabayla ne zaman o yoldan geçsem içimde o ses yankılanıyor. Yol dar üstelik orada arabayı biraz sola kaydırıp çukuru ortalamakta kolay değil. Çukuru kapatmaya çalışmadan önce birkaç kez sürüş teknikleri dersi bile aldım. Tek istediğim o kocaman çukuru ortalayarak geçmekti. Hatta sürüş eğitmenimle defalarca çukurun üzerinden çukura girmeden geçmeyi başardım ama onsuzken başaramadım. Bende bir gece yarısı herkes uyurken bizim binanın bahçesine indim. Elimde kazma kürek gören komşular daha sonra anneme şikâyette bulunmuş. Senin kız iyice kafayı yedi demişler. Annemde ilaçlarını almıyor musun? diye günlerce beni sorguladı. Hayır, çukurla ne alakası varsa ilaçların. Hem hangi ilaçlardan bahsediyorlar tam olarak anlayamadım da.  Bahçeye elimde kazma kürek ve birde alt komşunun balkondan aşırdığım çamaşır kovasıyla indim. Geçen yaz parlak sarı renginden dolayı indirime giren yağmurluğum üzerimdeydi. Kapüşonunu başıma geçirdim ki kimse beni fark etmesin. Kazmayı toprağın bağrına salladım birkaç kez. Kazma sert bir şeye denk geldi. Taştır dedim. Sallamaya devam ettim. Ancak kazmanın sesi taşa değer gibi değildi. El fenerini açmak zorunda kaldım. Feneri açtım, nasıl bir taşsın sen dedim ki meğer taş değilmiş, apartmanın yöneticisi gençlik hatırlarını bir sandıkta bahçeye gömmüş. Sabah özür dileyip eşine teslim ettim. Bu arada birkaç fotoğrafa da bakmış bulundum. Bizim yöneticinin eşi eskiden ne esmermiş. Göz rengi bebekken değişir sanıyordum ama belli bi yaştan sonra değişenini de gördüm. Yöneticinin evinde benden sonra bir gürültü koptu, onun sebebini hala anlayamadım.  Neyse toprağı çamur kıvamına getirdim. Gittim çukura iyice yedire yedire sürdüm ve kapattım. Eve döndüm, o gece ilk defa rahatça uykuya daldım. Anladım ki benim uykusuzluğum nedeni de o geri zekâlı çukur! Sabah uyandım, duşumu aldım. Dişlerimi fırçaladım. Neşeliyim diye iştahımda geldi. Kahvaltı bile yaptım. Arabama bindim, çukuru görmek için yolumu değiştirdim. Normalde iş dönüşü o yolu kullanıyorum. Neyse birde ne göreyim. Dün gece benden sonra yağan yağmur çamuru almış götürmüş. Çukur bomboş. Şaşkınlık içinde büyük bir gürültüyle çukura düştüm. Evet, sevgili belediye ben o gün o çukura yine düştüm. Büyük bir kapana kısılmış gibi bile göre… Şaşkınlık içinde. Daha sert bir çözüm bulmayı kafaya koymuştum. İş yerinde tüm gün o çukurdan nasıl kurtulurum diye düşündüm, düşündüm, düşündüm. İşyerinde bizim çaycı Hasan abi var. Fikir ona ait. Saatlerce hareketsiz halde aynı noktaya bakmam dikkatini çekmiş. Oysa ben hareketsiz değilim, sadece düşündüğümü hayalimde uyguluyorum o kadar. Dedi ki çimento denedin mi? Ne kadar parlak bir fikir dedim. Hasan abiyi tam alnının ortasından öptüm. Çantamı aldım, çimento aramak için yola koyuldum. En sağlam çimentoyu nerden bulurum diye siri’ye sordum. Eskişehir için yola çıkılıyor dedi. Birkaç saatlik yol geceye çok var dedim. Yola koyuldum. Birkaç sapağı kaçırdığım için Sakarya’da önüme çıkan ilk inşaata girdim. El ayak çekilmiş havada kararmıştı. Çimentonun sıvısını bulamadım. Bir çuval aldım, harcı yakında bir yerde internetten bakıp yaparım dedim. Çuvalı attım arabaya saatler sürdü çukura yeniden ulaşmam. Havaya baktım, güneş yok ama ay yerindeydi. Camiinin tuvaletine indim. Tuvalet girişindeki dubaları alıp yolu kapattım. Paspas kovasına netten okuduğum tarife göre toz çimentoyu döktüm. Harcı paspas yardımıyla karıştırdım ve çukurun yanına götürdüm. Çukurla vedalaştım. Onu artık kafamdan atacağım için çok mutlu olduğumu bile söyledim ona. Çukur bana yine pis pis güldü. Benden ne istediğini anlamıyorum. Neyse ki üzerine bir kova çimentoyu boşaltınca yüzü ortadan kayboldu da bende rahat bi nefes aldım. Gece sessizce eve girdim. Herkes uyumuştu. Ayakkabılarım öylece çimentoydu. Çukurun o aptal suratı kaybolsun diye ayağımla iyice basıp çimentoyu yüzüne yedirmiştim. Onları bir poşete koyup sakladım. Çukurdan bana hatıra olsun istedim galiba… Ertesi gün o kadar mutlu uyandım ki. Çukur artık yoktu. Yatağımdan fırladım, perdeyi açtım. Yerler kupkuruydu. Yağmur da yoktu. Çukur bu sefer kesin donmuştu. Duşumu aldım, dişimi fırçaladım. Gergindim, midem bulanıyordu. Kahvaltı yapacak halde değildim. Yine yolumu uzatıp çukura bakmaya gittim. Birde ne göreyim. İki adam tam çukurun orada bir şeyler yapıyorlar. Yaklaşıp ne yaptıklarını sordum. “abla biz belediyeden geliyoruz. Dün gece birkaç evde kanalizasyon sorunu olmuş. Şu demiri kaldırıp bakıcaz da burası niye çimento onu anlamaya çalışıyoruz demesinler mi? Dediler. O gün yine tüm gün o çukuru düşündüm. Çukur kapanmalıydı. Madem çamur, çimento olmadı. Tahta deneyeyim dedim. Gece yeniden çukurun yanına gittim. Bu sefer elimde metreyle tabii. Güzelce enini çapını ölçtüm. Sabah mobilya toptancılarının olduğu semte gittim. Çukurun enini boyunu verdim. İstediğim sadece düz, sağlam bir tahtaydı. Marangozcular, tahtayı sehpa anladılar galiba. Ceviz mi olsun, yok kızılcık mı bu ara meşe çok satıyormuş. Neyse en sağlamı olsun deyince ceviz önerdiler. Marangoz işini bitirene kadar başında bekledim. İstediğim gibi olunca alıp çıktım. Ayak takmak istediler, istemedim. Memlekette herkes bir âlem. Geceyi beklemeye gerek yoktu. Tam çukurun önüne gelince dörtlüleri yaktım. Arabadan aşağı indim. Tahtayı kapatıp çukurla sonsuza dek vedalaşacaktım. Tahtayı kapattım. Arabayla bilerek üzerinden geçtim. Sonra arabayı birkaç adım ileri park edip yeniden çukurun başına döndüm birde ne göreyim. Çok sağlam dedikleri ceviz iki parça! En iyisi asfalt dedim. İnternetten yol çalışması olan semtleri araştırdım.  Başka bir semtteki yol çalışması duyurusunu gördüm, gidip biraz asfalt istesem belki verirler dedim. Bi koşu eve gittim. Tüm mutfağı aradım, taradım. Büyük bir tencere bulamadım. Bir tane demir döküm vardı. Onu da annem içine asfaltı dolduracağımı duyunca vermedi.

Baktım ki bu şekilde olmuyor. Dilekçe yazayım. Gelin siz kapatın istedim. Dilekçeyi ben size gönderdim, Ptt bana geri gönderdi. Çukur dairesi başkanlığına kim bakıyorsa pek bu işlerle ilgilenmiyor gibi hissediyorum. Twitterdan yazdım. Kimse oralı olmadı. Facebooktan başkanın resminin altına yorum olarak yazdım. Engellemişler beni. En sonunda instagramdan çukuru paylaşıp taglere belediye başkanını ekledim. Anlamsızca belediye tarafından mahkemeye verildim. Artık lütfen bu mektubumu dikkate alıp, şu çukuru kapatın. İçimdeki seste sussun! Ben o çukuru geçmeyi bir türlü başaramıyorum!



Nimet Pilavcı 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

 

“ANNEM JAPONCA KONUŞUYOR”

Neden her şeyi youtubeda paylaştın? bu cümle tüm vloguma karşı beslediğim tüm duyguların bir anda küçülüp yok olmasına sebep oldu. Birkaç saniyeden fazla donup kaldığımın farkındaydım. O, karşımda kaşları ters yay gibi gerilmiş halde gözlerinde derin bir öfke ve çaresizlikle bana bakıyordu. Bir ara gözüm karşı tarafta duran aynaya kaydı. Şaşkın ve salakça donakalmıştım. Beynim savunmaya geç diye emir verirken, diğer taraftan birkaç söz edecek vakti geçtin, bu tartışmada haksız taraf sensin dedi. Bir taraftan annemi tüm âleme rezil mi ettim diye düşünürken diğer taraftan uzun zamandır hayalini kurduğum vlogum gerçek olmuştu. Tek sorun konu “Annemdi” diye düşündüm.  Ablam, sorumsuz davranışlarım hakkında söylenmeye devam ediyordu. Beynim bir kez daha telkinde bulundu. Mantıklı bir iki cümle kurmaya karar verdim. “Annem, Japon olup Japonya’ya gitti. Sen bana taktın.”  dedim.

Olaydan birkaç ay önce

Sabah herkes yine bir koşuşturmacayla evden çıkmıştı. Ben yine işe geç kalmıştım. Uyusam mı yoksa kalkıp monoton hayatımdan dünkünün aynısı bir gün daha yaşasam mı kararsız kalmıştım ama tabii ki uyandım.              

Sabahın o saatlerinde annemin izlediği sabah programında genelde İzmir Marşı çalar ve halkın bozulmuş yoğurda benzeyen milliyetçilik duygularından peynir çıkar mı minvalinde denemeler devam ederdi. Fakat o gün çok garip bir şekilde annem bir Japon kanalında “Oşiyamioyo” denilen bir yiyeceğin tarifini özenle tarif defterine yazıyordu. Şaşkındım, işe geç kalmış, pijamamı bile çıkarmamıştım.

“Anne, neyi not alıyorsun?” dedim. Annem garip garip yüzüme baktı. Eğilip deftere baktığımda ne olduğunu anlamadığım garip çizgiler vardı. Gözlerim kocaman açılmış, yüzümde yarı şaşkın yarı gülen bir ifadeyle, “Ohaaaa, Japonca mı biliyor musun?” dedim. Annem “oha” kelimesine inanılmaz kızar, genelde terliğini çıkarıp fırlatır ve mesafe ne kadar uzak olursa olsun vururdu. Hatta bir keresinde bana isabet etmeyen terlik kapının üzerinde asılı panoya gelmişti ve ben vuramadın işte diye sevinçle geri döndüğüm anda pano kafama inmişti. Annem bana garip garip bakmaya devam ettikten sonra konuşmaya başladı. Galiba yine “ohaaa” kelimesine kızıyordu. Fakat benim hiç anlamadığım bir dilde. Şaşkınlığım gittikçe artıyordu. “Anne, beni anlıyor musun?” diye yüksek sesle konuşmaya başladım. Beni anlıyordu, başını evet anlamında sallarken ağzından başka bir dilde “evet” çıkıyordu. Telefondaki aile whatsapp grubundan “Annem çok garip davranıyor “yazdım. Babam,  hemen cevap yazdı. “Evdeki en garip şey sensin, saç kurutma makinasını prizde unutma!” Ablam “dersteyim, sonra” Abim tabii ki baktı ama hiçbir şey yazmadı. Olayın ciddiyetini anlatabilmek için annemi videoya çekmeye karar verdim. Annem Japon kanalındaki bir şarkıya eşlik ediyordu. Annemi, televizyonu hatta elinde not aldığı yemek tarifi defterini hepsini videoya çektim. Bu herkesin apar topar eve gelmesini sağladı. Hatta izin almak için aynı videoyu patronuma gönderdim. Adam bana 1 hafta izin verdi.

Annemi hastaneye götürdük, kafa tomografisi çekildi. Sonra tüm kafasına bir jel sürüp bir ton kabloyu kafasına taktılar ve beyninin tamamını bilgisayardan incelediler. Ancak hiçbir sonuca ulaşamadılar. En son psikiyatra götürdük. Japonca bilen bir psikiyatr bulamadığımızdan, annemin niye böyle yeni bir lisana ihtiyaç duyduğunu tabii ki anlayamadık. Evde herkes yavaş yavaş annemin durumuna alışmaya başladı. Hatta babam, annemi anlayabilmek için telefonuna dil çeviren bir uygulama bile yükledi. Çevredeki insanlar annemin arkadaşları, komşular, akrabalar herkes garip şeyler söylese de annemdi işte.  Belki bir sabah yeniden eskisi gibi Türkçe konuşmaya başlardı. Abim, annemin dil problemi için bir çözüm bulmuştu aslında. Ona yeniden Türkçe öğretmek. Ancak kadın, Türkçe anlıyor fakat Japonca cevap verebiliyordu. Bu da çözümü sonsuz sorun döngüsünde yitirmemize sebep olmuştu.

Annem artık bize Japon kanalında öğrendiği yemeklerden yapıyor, burada yetişmeyecek çiçek tohumlarıyla uğraşıyor ve hatta sürekli yabancı sitelerden alış veriş yapıyor, gelen kargolara sanki Japonya’dan ahbapları gelmiş gibi seviniyordu. Son günlerde telefonda birileriyle mesajlaşıyordu ancak telefonun dilini Japoncaya çevirdiğinden hiçbir şey anlamıyorduk. Babam, arada konuştuğu kişilerin profil fotoğraflarına bakıyor. 40 – 50 yaşlarında Japon kadın diye rahatlıyordu. Nedense kimse annemin bu kadınları nerden tanıdığını merak etmiyordu. Annem adeta kabuk değiştirir gibi dil değiştirmişti. Yavaş yavaş dış görünüşü de değişiyordu. Saçını garip çubuklarla tutturuyor, eskisi gibi Karadeniz çayı ne yapıyor ne de içiyordu. Aldığı porselen demlikte acı bir şey yapıyor. Fincan gibi küçük bardaklara koyuyor onu içiyordu. Oldukça acı bir tadı olan çayı zevkle içişi beni hayrete düşürüyordu. Yemek olarak pirinç ve değişik otlarla sarıp sarmaladığı balıkların üzerine döktüğü acı soslar artık evde Türk mutfağı kültürüne son nefesini verdirtmişti. Ablam kederle annemin çiğ balıklarını kızartıyor, bu arada annemde kendi dilinde buna karşı çıkıyordu. Ne zaman annemin Japon’a dönüşmesine alıştığımızı düşünmeye başlasam, daha garip bir şeyler yapıp hepimizi şaşırtıyordu.

Bir gece aniden kapının zili çalmaya başladı. Annem koşarak kapıyı açtı. Biz şaşkınlıkla annemin arkasında olanları izliyorduk. İki tane Japon kadın bir tane Japon amca üç tane büyük valizle karşımızdaydı. Annem kadınlara hasretle sarıldı. Ardından adamla sarıldılar. Birbirlerine belli ki hasret dolu cümleler kuruyorlar, gözleri sevinçten ağlamaklı halde konuşuyorlardı. Nihayet annem bize döndü ve kendi dilinde bizi onlarla tanıştırdı. En son babam onlarla tanıştı, ancak onu hiç bu kadar kızgın görmemiştim. Ertesi günler annem misafirlerini özenle ağırlıyor, garip yemekler yapıyorlar, Japon adetlerine uygun evdeki mobilyaların yerini değiştiriyorlar; hatta sabah güneşin doğuşunu balkonda selamlıyorlardı. Bizde evimizi sanki yabancı kafilesine teslim etmiş gibi kalakalmıştık. Ablama ve abime artık bir şeyler yapalım bu ne zamana kadar böyle devam edecek diyordum ama abim fikirlerime karşı çıkıyordu. Ablam ise duruma daha sakin bakıyor ve her şeyin düzeleceğini düşünüyordu.

Ben de kendi yöntemlerimle annemin durumuna el atmaya karar verdim, geç bile kalmıştım. “Annem Japon oldu.” adında bir youtube kanalı açtım ve annemin başından geçen tüm hikâyeyi internet âleminde paylaşmaya başladım. İlk haftalar pek fark edilmeyen kanalımın abone sayısı her geçen gün artmaya başladı. Tüm sosyal medya benim annemi konuşuyordu. Japon arkadaşlarından birisi kanalımdaki videoları anneme gösterdi ve annem ilk defa “Türk annesi” gibi tepki verdi. Terliğini kafama fırlattı.  Annemin videoları 20 milyondan aşağı izlenmediği gibi artık telefonlarım susmuyor, tartışma programlarında tüm tekerleri patlaya, uçurumdan aşağı giden Türkiye değil de annem konuşuluyordu. Uzmanlar kendilerine göre birçok yorumda bulunuyor, herkes ortaya başka bir şey atıyordu. Tüm bunlar yaşanırken babam beni de evlatlıktan reddedip, evi terk etmişti. Abim kanalımı kapatmam için baskı yapsa da videolar artık her yerdeydi.  Annemin durumu Japon devletinin ilgisini çekmiş ve annemi ülkelerine davet etmişlerdi. Bir türlü tanıyamadığımız Japon akrabalarıyla birlikte Annem, Japonya yollarına düşmüştü. Abimde onu yalnız bırakmamak için onunla beraber uçak korkusuna aldırmadan Japonya’ya gitmeye karar vermişti. Ablam ve ben havaalanına kadar onları yolcu etmiştik. Ben tabii ki annemin her anını videoya çekmeye devam etmiştim. Eve geldiğimizde ben yeni videoları yetiştirme derdindeyken, ablamda evi toplarken bir an göz göze geldik ve bana bağırmaya başladı. Aramızda geçen tartışmadan sonra ablam birkaç eşyasını alıp, evden ayrıldı. Koca evde yapayalnız kaldığım yetmez gibi artık kanalıma ne çekip koyacaktım onu da bilmiyordum. Bende bir bilet alıp Japonya’ya gitmeye karar verdim. Zaten annemin orada neler yapacağını da acayip merak ediyordum. Ailemi düşündüm, bir gün çok zengin olup gönüllerini alırım diyerek Japonya yollarına düştüm.  Hayat artık bana macera ve heyecan dolu gelmeye başlamıştı.

                                                                                                                                                                  Nimet Pilavcı

KUYU

 

KUYU

Karanlık bir ekranda beyaz bir renkle 36 ay 16 gün 10 saat yazmakta.

Arka fonda mutlu insan sesleri yükselmekte. Birinin soluk soluğa koştuğunu nefes alışverişlerini duyuyoruz. Ayak sesleri yaklaşıyor. Ekrandaki koyu siyah biraz açılıyor. Bir kadını bir kuyunun başında görüyoruz. Kadın gecenin karanlığında eğilip kuyuya bakıyor. Kuyuyu kadının gözünden görüyoruz. Gözleri kör eden bir aydınlık parlak beyazlık. Adeta güneşe bakar gibi, kuyuya bakıyor. Alt açıdan kadının gözlerini açamadığını ama yüzünde bir tebessüm olduğunu görüyoruz. Kadın kuyunun duvarına çıkıyor, bir binadan kendi atarcasına kuyuya kendini bırakıyor. Kadının o kör edici beyazlıkta kollarını açmış uçmakta olduğunu görüyoruz. Ancak bu kadının gözünden görünen. Kadının aslında hızla bir yerden aşağı düştüğünü görüyoruz. Kadın kuyunun dibine düşüyor. Kuyunun içinde bir evren var. Bir adam karanlıklar içinde tüm gri renklerin arasında siyah bir gölge şeklinde bir kafede camın kenarında oturmuş siyah gazeteyi okuyup siyah fincandan koyu siyah kahvesini içerken kadının düştüğünü görüyor. Başını tekrar gazetesine çevirip kahvesini yudumlamaya devam ediyor. Kadını tekrar görüyoruz. Kadın siyah bir gölgeye dönüşmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla ellerine bakıyor. Camdaki yansımasına bakıyor ve siyah bir gölgeye dönüştüğünü görüyor. Etrafından tıpkı kendi gibi gölge insanlar geçiyor. Siyahın tonlarından oluşan çevrede binaların arasında yürüyen, parktaki bankta oturan insanlar, hepsi sessiz. Sadece kadının nefes alıp verdiği anları duyuyoruz. Ardından bir ses duyuluyor. Bir flüt sesi. İnsanlar aniden sese doğru kuyunun gökyüzüne bakmaya başlıyorlar. Hepsi beyaz birer bedene kavuşuyor. Mutluluk sesleri duyuluyor. Gölgeleri beyaza dönüşüyor ve kadında onlarla birlikte hepsi kendilerini gökyüzünde uçarken buluyorlar. Bu birkaç saniye bu şekilde devam ediyor. Ardından yine bir flüt sesiyle hepsi siyah birer gölge olarak yine yere düşüyorlar. Hızla, parçalanırcasına yere çakılıyorlar. Çamur gibi. Şekilleri bozuluyor, düştükleri yerde bir süre kalıyorlar ancak daha sonra hiç düşmemiş gibi kalkıp gündelik hayatlarına devam ediyorlar. Kadını tüm bunları izlerken görüyoruz. Kuyudan çıkması gerektiğinin farkına varıyor. Düştüğü yere tekrar koşuyor. Kuyunun duvarlarına tırmanmaya başlıyor. Ancak onun gibi başka gölgelerinde kuyudan kurtulmaya çalıştıklarını görüyor. Ancak kimi kuyunun duvarında yeşeren renkli çiçeklere aldanmış onları severek tırmandığı yerde kalmaya devam ediyor. Kimi daha hırslı inatla tırmanmaya devam ediyor. Çiçekleri geçmiş ancak beyaz bir yılanın aniden tuğlaların arasından çıkmasıyla tırmandığı yerden düşmeye başlıyor. Kadın tüm bunları görüyor. Çiçekleri geçiyor. Yılanı geçiyor. Ardından bir rüyada mutlu kendini kendi suretinde görüyor. Bir bulutun üzerinde mutlu haline bakıyor. Gözleri kapanıyor, tırmandığı yerden düşmek üzere ancak bir anda uyanıyor ve tırmanmaya devam ediyor. Kadın kuyudan dışarı çıkıyor. Ellerine bakıyor, kendi ellerini görüyor. Kuyunun yanından koşarak uzaklaşıyor. Kuyu bir süre ekranda kalıyor. Kuyunun göründüğü açıdan gün doğumunu ve gün batımını görüyoruz. Gece olduğunda yine aynı ayak sesleri duyulmaya başlıyor. Aynı kadın soluk soluğa kuyunun yanına geliyor. Kuyuya eğiliyor. Göz alıcı parlak beyazlık dışında görünen hiçbir şey yok. Kadın kendini tekrar kuyuya bırakıyor.

 

İntihara meyilli misin?

 

İntihara meyilli misin? Öyleyim diyorsan 17. Kata çık. Hâlâ kararlıysan bir üst kata çık ve balkonun kapısını aç. Boşluğa doğru birkaç adım at,. Balkon duvarının üzerine çık, sakın korkuluklardan tutunma, aşağı bak. Bulunduğun yerin yüksekliğini söyleyeyim sana. Tam 55 metre yüksektesin. Yere kendi ağırlığın x yükseklik ve havadaki ivmeyi de ekleyerek ortalama ağırlığının 4 katı hızla çarpacaksın. İlk anda inanılmaz bir ağrı hissedeceksin. Yüzüstü çarpmanın etkisiyle göğüs kafesinin kemikleri kırılacak ve akciğerine saplanacak. Ağzından kanlar gelmeye başlayacak nefes borunu tıkayan kan, dünya ile arandaki son bağı oksijeni engelleyecek ve yavaşça gözlerin kararacak bilincin kapanacak. Epifiz bezin son kez DMT hormonu salgılayacak. İlk defa doğduğunda salgıladığı gibi… Şimdi boşluktasın ama dur 1 dakika neden çevrendeki tüm sesleri duyuyorsun? Seni bir ambulansla hastaneye kaldıracaklar. Duyacaksın, göreceksin, bağıracaksın biraz önce kendini boşluğa bıraktığın sıkıntılarını düşün. Ne kadar saçma değil mi? Maalesef animasyon ekibindeki doktor ölüm saatini yazdı. Yüzünü örtüyle kapattı. Ve şimdi buz gibi morgdasın. Dışarıdan birilerinin çığlıklarını duyuyorsun. Annen olmalı. Cenaze işlemleri gibi bir şey duydun kuzeninden. Yeniden kendine soruyorsun “Öldüm mü?” Yakınlarını görüyorsun üzgün ve şaşkındılar. Birinin “çokta zayıfmış” dediğini duydun. Otopsi için doktorlar seni bekliyor. Ellerinde vücudunu kesmek için kullanacakları bir sürü acımasız alet. Eline neşteri alan doktorun gencecik bir kız olduğun görüyorsun. Tıpkı senin gibi genç! Elleri titriyor. “ilk otopsim” dediğini duydun. Genç kızın gözünden bir damla yaş bedenine düştü. Alnın ve kaşının arasında bir yere. Hocası “ korkma, ö ölü. Seni duyamaz, hissedemez.”  Kızın elleri titreyerek, neşterle boğazından göbeğinin altına kadar uzunca bir çizgi çekti. ”Canım acımadı.”  Kıza baktın “şimdi başka bir yerde mesela bir kafede, kahve sırasında seninle tanışmak vardı” diye söylendin. Sonra aniden öldüğün geldi aklına, panikle “öldüm ben, bu kadar kolay mı ölmek?” diye bağırdın. Otopsi işlemleri tamamlandı. Genç kız vücudunda açtığı tüm yerleri özenle dikti. Hocası “ aferin, vize notun iyi ”  Birinin vizede alacağı notun uygulama sınavı olmuştun. Daha 3 saat önce yaşayan sen değil miydin? Sahi bunu mu istemiştin? Cenaze ve otopsi işlemlerin tamamlandı. Artık toprağa karışabilirsin. Annen geldi yanına ve sonra sırayla tüm sevdiklerin, vedalaştılar seninle… “Keşke daha çok vakit ayırsaydık birbirimize, keşke nefret ettiğimi değil, sevdiğimi söyleseydim onlara.” dedin ama yine duymadılar. Yanından geçip gittiler. Seni yavaşça tabuta yerleştirdiler ve toprakla buluşmak vakti. Atık sessizsin, itiraz yok. “mezarım burasıymış, yıllarca yanından geçip gittiğim yer.” Dedin, Son bir çırpınış “niye bu kadar acele ettim, niye?” Artık sen topraksın… Hâlâ öyle misin?

Şimdi, gerçekten intihara meyilli misin?

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Var Oluş Sancısı


Okyanusun dibinde olanlar çok canını sıkmıştı. Basıp gitme isteği yine bütün benliğini kaplamıştı. Ancak nereye gidecekti, ne yapacaktı, içindeki mutsuzluk kaçınılmazdı. İçinde büyüyen karamsarlık okyanustaki dev dalgalar gibi yükselmiş şu yeryüzündeki korkunç her yanı parlak, rezidans dedikleri dev yaratıklar boyuna erişmişti. Hem okyanus onun için güvenliydi. Gezegenin en sakin yeriydi belki de. Araştırmacı balinalara göre gezegeninde ömrü uzun değildi, öyleyse bile bu onu ilgilendirmezdi. Derin düşüncelere dalmış yüzerken birden aklına suyun yüzeyine çıkmak geldi. Hızlı bir hareketle suyun yüzeyine ulaştı. Gagasında tuttuğu sigarasının uzun bir süre kurumasını bekledi, bin bir uğraşıyla yaktı. Gözlerini kapattı, bir nefes çekti sigaradan. Sürekli konuşup duran iç sesini artık duymak istemiyordu. Bu sırada bir tiz bir çırıltıyla yerinden sıçradı. “Üfff, hey şu sigaranı söndürür müsün? Kokusu iğrenç!” Yunus balığı gözlerini açtı ve sesin sahibine merakla baktı. Kendini gökyüzünün sahibi hatta olduğu tüm alanın sahibi zanneden bir martıdan başkası değildi.  Suyun dibine dalmak istedi ama sigarasını yeni yakmıştı. Sigara bulmak zor işti. Suyun dibine dalacak bir izmarit bulacak sonra onu gagasıyla suyun yüzüne çıkaracak güneşte saatlerce kurusun diye bekleyecek kuruyunca bu seferde yanması için uğraşacak yakacak sonra bir nefeste ciğerlerine çekecekti. Bu sefer ki tam bitmemiş bir izmaritti. Biri bunu düşürmüş olmalı diye düşündü. Okyanusta hayat zordu. Ağzında sigarası suyun yüzünde birkaç yüzgeç öteye kadar gitti. Yanından neşeli bir yunus topluluğu geçti. Sigarasından bir nefes daha çekti ve dünyadaki bazı canlıların nasıl bu kadar umarsızca mutlu olmayı başarabildiğine şaşırıp kaldı. Öyle ki ona doğru yaklaşıp tepesine atılan ağı bile fark edemedi. Fark ettiğindeyse gökten başının üzerine bir ağın düştüğüydü. Balıkçılardan biri yakaladık, çekin diye bağırıyordu. Işıklarını yakmayı bir türlü beceremediği dünyasına üzülürken şimdi de özgürlüğünü kaybetmişti. Bir balıkçı teknesinde ağa dolanmış halde çırpınıyordu. Kimsenin umurunda değildi. Yunuslar çoktan uzaklaşmıştı. Martılardan da kime hayır gelirdi ki? Ağdan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Ağın içinde cebelleşirken bir ses duydu. “şşşh çok uğraşan gördük ama hiçbiri balık çorbası olmaktan kurtulamadı.” Yunus balığı sinirlenmişti “git başımdan manyak!” martı az önce gagasıyla tırnaklarının arasını temizlemeye koyulmuştu. “bence bu kadar asabi olma” yunus balığı ağın içinde kıvranırken martının rahat tavırlarına iyice sinir olmuştu. “ seni kontrol delisi leş yiyen! Defolup git artık” diyerek çırpınmaya devam etti. Martı bir anda uçup gitti. Yunus balığı martıdan geriye kalan esintide ardından bakakaldı. İçinde küçücük bir beklentinin oluştuğunu fark etti. Kendine kızdı sonra da kendini haklı göstermek için " ne olsa bu insan aleminin elinden simit yiyor, belki beni de kurtaracak bir şey söyler" diye beklemem çok masumca. Ağların arasından kuyruğunu kurtarmaya çalışırken bir insanın ona doğru yaklaştığını farketti. İnsan üzerine eğilip yüzgecine dokundu, sonra elini gagasına uzatıp ağız ve göz çevresini inceledi. "iyi iyi sağlam" yunus balığı "bana dokunamazsın, bıraak" diye çırpınırken "sağlıklı" olmasının sevindirici yanına bir anlam veremedi. Teknenin motoru çalıştı ve yattığı yerden sadece gökyüzünde hızla akan bulutları görerek yaklaşık bir saat yol aldılar. Yunus balığı ölümü düşünüyordu şimdi. Tek korkusu onu işkence ile öldürmeleriydi. Ya canlı canlı yüzgecini keserlerse ya da kafasına sopayla ölene kadar vururlarsa veya canlı canlı derisini yüzmeye çalışırlar mıydı? sonra zihnini yokladı. Tüm bu korkularının güvenilir kaynağı kimdi? Çocukluğunda annesinin öğütleri geldi aklına. Neyse tüm bunlar çocuk korkutma saçmalıkları diyip derin bir nefes aldı. Nihayetinde bir gün ölecekti. O da bugündü. Sahile geldiklerinde zarar vermeden taşıyacak korunaklı bir aracın özellikle onun için geldiğini duyunca saçma bir şekilde kendini önemli hissetti. Tekneden araca taşınırken en artist haliyle durdu. Etraftan gelen "gayet güzel bir yunus" sözleriyle biraz daha şımardı. Daha sonra birkaç el onu karanlık suyun içine bırakıp kapağı bırakınca bağırmaya başladı. "heeey benim karanlık fobim var" bir anda yine panik havası tüm bedenini kapladı ve beyni son bir saatte olanlardan hazırladığı filmi aklına bırakıverdi. Öylece boşlukta hissediyordu kendini, yapacak bir şey var mıydı? ya da yapsa işe yarar mıydı? bildiği basıp gitmek istediği okyanustan kilometrelerce uzaklaştığıydı. öleceğini düşünmek kalp çarpıntısından başka işe yaramıyordu. Aptal martı diye söylendi. sigaranı niye zararlı bir alışkanlık olduğunu anlıyorum, yaşamak için bir şansım daha olsa diye içinden geçirirken araç durdu. Kapak açıldı ve ışık suyu aydınlattı. Ona yaklaşan insan "gel buraya güzel yunus" diyip onu yakaladı ve genişliği 6 metre yüksekliği 3 metre olan bir akvaryumun içine bırakıverdi. Yunus şaşkındı. bir çok türden balık etrafına toplandı. İçlerinden gözlüklü, seyrek bıyıklı, yüzgeci beneklerle kaplı yüzünde sevimli, salak bir ifade olan kedi balığı "akvaryuma hoşgeldin" dedi. Yunus balığı şaşkındı. "akvaryum demek haaa!, deniz, göl hatta nehiri bile duydum ama akvaryumu duymadım"  arkadan gelen muuckk sesiyle tüm balıklar irkildi. Bir kaç tanesi homurdanarak çöpçü balığına söylendi. "heey vazgeç artık şu cam duvarları yalamaktan" Çöpçü balığı üzgündü, kaşları düşük, gözleri kısık ve düşünceli bir ifadeyle "napiim dudaklarımı cama yapıştırıp gözlerimi kapatınca onun geri gelip beni camdan öpeceğini düşünüyorum." diğer balıklar çöpçü balığın melankolik halinden bıkmıştı, birden ortamı saran hüzün herkesin dağılmasına sebep oldu. Yunus balığı "heey akvaryum okyanustan büyük mü küçük mü? onu soracaktım" bu son cümle minik pembe ahtapotu güldürmüştü. Ahtapot o kadar küçüktü ki yunus balığı onu görmemişti ama komik kahkahasını duymuştu. Ahtapot konuşurken sanki sevimli müzikler çalan bir orkestra ona eşlik ediyordu. "hiaahahihaa buranın okyanustan büyük olduğunu düşünen tek... teeeek" yunus balığı " tek ne?" ahtapot "tek şey, şey sensin" Yunus balığı ahtapotun ona şey diye seslenmesine bozuldu. "benim bi adım var" ahtapot "bunu tanışırken söylemeliydin, o yüzden artık senin adın şey" yunus balığı " hayır benim adım Gaerri" küçük ahtapot sanki restarourantta sipariş ettiği yemeği sevmemiş gibi bir ifadeyle "hım sevmedim senin adın bundan sonra şey" dedi ve tüm akvaryuma duyuracak gür sesle "bu iri kıyımın adı şey" diye bağırdı. herkes bir an akvaryumun içinde amaçsızca gezmeyi, yemek yemeyi, uyumayı bırakarak bir kaç saniye dona kaldı. Kedi balığı birden bağırmaya başladı. " o geldi, yıllardır beklediğimiz, o" bu sözlerin üzerine tüm balıklar akvaryumun için yunus balığının etrafında toplandılar. Sakin vatoz "ben anlamıştım" dedi diğer bir grup küçük sim balıkları koro şeklinde "bizde hissettik" ahtapot "akşam herkes gidip, ışıklar kapanınca bunu kutlamalıyız" yunus balığı şaşkın "kimden bahsediyorsunuz ben kurtarıcı değilim" ahtapot yavaşça yunus balığına yaklaştı "şşt sakin ol, kurtarıcı bilmez kurtarıcı olduğunu" yunus balığı "hepsi senin yüzünden" ahtapot yunus balığına iyice yaklaştı ve fısıldayarak "birinin bizi kurtarması lazım" ve daha sonra diğer balıklara seslendi. "şey uzun yoldan geldiği için yorgun, akşama kadar biraz dinlenmek istiyor" tüm balıklar yavaşça yunus balığının etrafından dağıldı. Ahtapot, Yunusa "beni takip et" dedi... DEVAMI GELECEK!

7 Mayıs 2020 Perşembe

GEÇMİŞE SELAM ÇAKMAK

Selam Blog,

Çocukluğumdan bu yana bir şeyler yazıp bir yerlere saklamaya bayılırdım. Bir keresinde yazdığım hikayelerden bir kaçını şeffaf dosyaya sarıp onu da bir poşete koyup bahçeye gömmüştüm. Yıllar yıllar sonra yaşlanıp ak saçlı bir nine olduğumda toprağı kazıp "eeeh bi zamanlar neler yazmışım neler" diye hayaller kuruyordum. Hayattan beklentim oldukça komik geldi şu an. Hayallerle özgüven arasında bir orantı var mı? onu da merak etmedim değil. İnsan ünlü bir yazar filan olduğunu hayal eder en azından içinden bunu kendine sesli söyler. Tabii ki böyle bir hayalim vardı ama öylesi derinde gömülü bir hayal ki. Beni "o yapamaz" diye büyütülen şimdilerde yetişkin ancak içi çocuk kalmış insanlar anlar. Bu da şeye benziyor. Ham meyve. Dışı güneş görmüş ama o güneş bir türlü içine geçememiş ve içi ham kalmış. Her neyse 10 senede hayatımda neler değişti. Bir kere geçmişte asıldığım uğraştığım şeyler için iyi ki uğraşmışım diyorum. Mesela ailemin sözlerine aldırmayıp özel sektörde tutunmaya çalışmam, bir şeyler yapabilmek için gece gündüz uğraşmam hiç biri boşa değilmiş. Güzel günlerde yaşadım, kötü şeylerde ama hayat bu. İnsanlara artık eskisi gibi değer vermiyorum. Yani samimi sevgi sözcükleri bile tamamen çıkar sebebiyle söylenmiş olabiliyor. Sadece kendine güvenmek, sırtını yaslamak için birini aramamak gerek. Beşeri sıfatlarımızdan dolayı illa birine güvenmek ihtiyacı hissediyorsan Allah'a güvenmek, en güzeli. Asla o güven boşa gitmiyor. Hayallerin için bi çizik bile atsan, o ilerde bir şekilde işe yarıyor. Şimdi keşke o zaman daha çok uğraşsaydım diyorum. Yani kendime bile itiraf edemediğim o hayalimin peşinden aşkla koşsaydım da bugün başlangıç seviyede takılmasaydım. Hayatın ne getireceği belli olmaz. 20'li yaşlarım koca bir umutsuzluk bulutuyla birlikte uçtu gitti. Geçmişte yaşamak insana geleceğini kaybettiriyor. O yüzden ben gelecek için güzel şeyler dilemek gerek. Sadece dilemek değil, yazmak, yazmak ve çok daha fazla okumak gerek. Ekmek gibi su gibi bir ihtiyaç bence okumak. Çocukken her kitabı başka bir gezegen olarak hayal ederdim ve kütüphaneler bana bu gezegenlere açılan solucan delikleri gibi gelirdi. Muhteşem bir manzarayı izler gibi hayranlıkla izlerdim kitap raflarını. Sonrasında maalesef ülkemizdeki eğitim sistemine kurban giden hayallerim yüzünden ergenlikle birlikte hayatımdaki önem sıralarında kitaplar çok geriye düştü. Ne zaman elime güzel bir kitap geçse ya ailem ya da vicdanım hep "matematik çalış" bunları sonrada okursun diyordu. İşte orada yanılmıştık. Onları o zaman okumalıydım. Üniversite sınavından bile önemliydiler bence. Yani nasıl anlatsam. Mesela kahvenin ilk kabardığında köpüğünü alabilirsiniz sonrasında söner gider ya bu da öyle bir şey. Yine de geçmişi geçmişte bırakıp gelecek için güzel günler diliyorum kendime. En azından artık istediğim şeyleri daha cesur dile getirip arkasında durabiliyorum. Umarım 10 sene sonra buraya ünlü bir yazar olarak geri dönerim.

                                                                                                                                              Sevgiler