18 Ocak 2024 Perşembe

BİTKİ VE KÜÇÜK BÖCEKLER DÂHİL

 

İşte tam her şeyi unutmuşken, burası ait olduğum yer demişken insan değil bu sefer başka bir canlı karşımda durup “Artık bu topraklar size ait değil, gitmelisiniz.” diyor.

Gri renkli, balon kafalı, korkunç bakışlı, vücudu saç ya da tüyden bihaber, bu garip yaratığa korkuyla bakıp “Evimizi terk edip nereye gideceğiz?” diyorum umursamazlığı karşısında kırmızı bir öfke tüm bedenimi yakıyor ama bunu da anladığını sanmıyorum. İnsanların dilini konuşmayı, bileğine taktığı ışıksı bir cihazla halleden varlık insani duyguları nasıl hissedebilir ki?

İstanbul’un, ünlü İstiklal’inde, manzarası Galata Kulesi olan bu apartman dedemin babasından anneme ondan da bana miras kalmıştı. Burada bir süre yaşamak ailemle yaptığım antlaşmada yerine getirilmesi zorunlu maddeydi. Annem evin adresini ve anahtarını elime tutuştururken çok heyecanlıydı. “Sen git bir yerleş, ben de gelirim.” dedikten sonra evin fotoğrafını çantama özenle koymuştu. Sanki evi görmeye gitmiyorum da onun ilk gençlik zamanlarına ışınlanıyordum. Onca hatıranın ortasında yaşama düşüncesi beni biraz sıkıyordu çünkü anlattığı anıların sonu hep acıya çıkıyordu. Güzel başlayan hatıraların bir yerinde susup kalırdı. Ben “Eee sonra ne oldu?” diye heyecanla sorduğumda da “Sonra kaçıp gittiler ya da bir sabah kapının önünde cesedini buldular.” şeklinde biten biber gazı tadında gözleri yakan anılardı bunlar.

Ertesi sabah uçağım İstanbul’a indiğinde boğazda açan erguvanlar, denizin berrak görünümü, güneşin taze ışıltısı, insanların umursamazlığıyla karşılaşmıştım. Sanki dünya “Hadi yeniden başlıyoruz” diyor gibiydi. Bir an evvel gidip evi göreyim ve annemi arayıp bu işin olmayacağını söyleyeyim istiyordum. Yol basitti, İstiklâl’i kime sorsam bilirdi ama değerini herkes anlayamazdı. Kaybetmek lazımdı ya da uğruna savaşmak neyse ki 21. asırdaydık ve hepsi geride kalmıştı. Otobüsün camına başımı yaslamış tüm bunları düşünürken köprüdeki trafiği geçtik, Beşiktaş’ta tarihle kavgaya tutuşmuş belediye eserleriyle karşılaştık. Tarihin sanatla dokunduğu binalara yollara, belediye beton ve asfaltla karşılık vermişti. Trafik tıkandıkça gerildim, çantamın en gizli köşesine sakladığım adresi ve fotoğrafı çıkarttım. Birilerine soracak olursam takılmadan söyleyeyim diye adresi ezberlemeye çalıştım, fotoğrafa iyice baktım. Apartmanın mermer süslemelerine, cumbasına, geniş pencerelerine, Galata’yla olan açısına baktıkça garip bir heyecan yükseldi içimde ve bir an evvel evde olmak istedim. Havabus Taksim’e geldiğinde, küçük pembe valizimi alıp aceleyle taksi aramaya başladım. Taksiler karşısında sanki görünmezdim. Elimi kaldırıyorum ama hiçbiri durmuyor, yanımdan geçip gidiyordu. Buraların bilmediğim bir taksi durdurma âdeti mi var acaba diye düşünürken bir taksi yanıma yaklaştı. “Abla yolculuk nereye?” diye sordu. Yabancı olduğumu belli etmemeye çalıştım ama tabii dilim sürçtü ”Galate Kulesi’’ne deyiverdim. Adam “Hımm Galata Kulesi, yakınmış” deyip yanımdan hızla ayrıldı. Sonra başka bir taksi geldi aynı soruyu sordu. Bu sefer hazırlıklıydım. “Galate, iki katını veririm” dedim. Taksici şüpheci gözlerle beni inceledikten sonra “Bizi tufaya getirmeye çalışan gazetecilerden değilsin di mi?” diye sordu. Ben ne dediğini anlamaz bir ifadeyle “Lütfen!” diyebildim. Adam yüzümdeki yakarışa ikna oldu. Bagajı açtı. Valizi bagaja attım ve şoföre açık adresi söyledim. Önce Harbiye, sonra birkaç ara sokak derken yolculuk çok sürmedi, ailemin özlem dolu geçmişinin tam önünde ani bir frenle taksiyi durdurdu. “Geldik, iki yüz elli TL” dedi. Yaptığımız anlaşmaya sadık kalarak sessizce parayı verdim ve açılan bagajdan valizimi alıp fotoğraftaki evin tam karşısında öylece donup kaldım. Bina bana bakıyordu, ben binaya. Dışardan aptalca görünüyordu çünkü herkes Galata’yı izlerken ben ona sırtımı dönmüş başka bir şeye bakıyordum. Girişteki demir kapının etrafını çevreleyen kir ve toz adeta çok uzun yıllardır kapalı olduğunu simgeler gibiydi. Önündeki mermer merdivene dinlenmek için oturan insanlara aldırış etmeden kapıya yaklaştım. Topuzuna dokundum. Cebimden anahtarı çıkartıp demir kapının kilidine soktum, işte açılmıştı. Kapıyı açacağıma inancı olmayan insanlar şaşkınlıkla oturdukları yerden kalktılar ve ben o ağır demir yığınını kendi çabamla iterek içeri girdim. Her yanı mermer kaplı geniş girişi geçip ahşap tırabzanlara dokuna dokuna aslan başı heykellerin bulunduğu ikinci kata çıktım. Bordo renkli, çiçek nakışlı ahşap kapı yıllardır beni beklemişçesine karşıma dikilmişti. Kapının güzelliği karşısında heyecanlanıp anahtarı yere düşürdüm. Gözlerim dolmuştu. En son kaç yıl önce kim bilir kimin kilitlediği kapıyı incitmeden açtım. İşte, ailemin geçmişi karşımdaydı. Geçmişten kalan masa, yatak, sandalye, kitaplık ve eskimiş kabarmış duvarlar beni görünce şaşırmış mıydı acaba? Yıllar önce dedem ve anneannem bir kez İstanbul’a gelmiş ve biricik evlerini ziyaret etmişlerdi. Evin kendilerine ait olduğunu avukatları aracılığıyla tüm evrakları teslim ederek tekrar resmileştirmişler birkaç hafta buralarda anılarını tazeleyip döndüklerinde geçmişte kalanları yâd edip benimle bir antlaşma yapmışlardı. Onlar benim yazar olabilmem için gerekli maddi desteği sağlayacaklar ben de ömrümün bir kısmını bu evde geçirecektim. Yıllar sonra kitaplarım yayınlanmaya başlayıp önce dedem sonra da anneannem bu dünyadan göç edince annem “Artık vakti geldi.” dedi ve aileme olan borcumu ödemek için antlaşmaya uymaya gelmiştim.

Ceza bu tamamlar sonra da kapatırım bu bahsi diye düşündüğüm İstanbul’un neşeli gündüzlerine, karamsar gecelerine, sarhoş gülüşmelerine, müptezel isyanlarına, yağmuruna, kışına, her gün şekil değiştiren insanına alışmış üstelik sevmiştim ve ait olduğum toprakların burası olduğunu anlamıştım. Aylar sonra annemde yanıma gelmiş ve sürekli ertelediği dönüş biletlerini bir süre sonra tamamen iptal edip, yanıma yerleşmişti. Ben kendimle mücadele içindeydim, bir şeyler eksikti. Aradığım hikâyeyi bulamıyor, yazdıklarıma kendimi ikna edemiyordum. Yayın evleri beğeniyor, insanlar ilginç buluyor ama ben, ah şu ben, içimdeki çatışmalarda sürekli vuruluyordum. Annemse geziyor, alışveriş yapıyor, her gün yeni yerler keşfediyor, yıllar kapağı açık kalmış kolonya misali uçup gitmişti.

Günlerin panik halinde koşarak uzaklaştığı garip zamanlarda yaşamaya başlamıştık. Türk televizyonlarında insanlar ayrışabildikleri kadar ayrıştıktan sonra kimsenin bu ayrışmaları ne düşünecek ne de uygulayacak vakti kalmamıştı. Çünkü insanlık zor durumdaydı. Bir şeyler oluyordu. Her sabah başka bir sürprize uyanıyorduk. On gün önce Rusya kaybolmuştu hem de halkıyla birlikte sonra onları Çin, ABD, Kuzey Kore izlemişti. Dünyada hiç var olmamış gibi yok olmuştular. Ülkelerin tüm yüzeyini kaplayan göz alıcı bir ışık görülmüş, ışıkla birlikte ülkelerde kaybolmuştu. Gökyüzünde elips şeklinde çok hızlı hareket eden devasa araçlar dolaşıyordu. Cama yakın durmaya korkuyordum çünkü bir uzaylı tarafından yok edilme tehlikesi herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Evlerinin etrafında uçan gemileri vuran insanlığa önlem olarak, geceleri cama yaklaşan insanları küle dönüştüren uzaylılar vardı. İnsandan geriye bir sigara dumanı kalıyordu. Uzaylılar ilk defa bizimle rüya aracılığıyla iletişim kurmuşlardı. Uyumayanların ayakta gördüğü rüya onların iletişim araçlarıydı. Galata manzaralı yazı masamda oturup olanları yazdığım bir akşam, masamda gezinen kırmızı ışık kalbimin deli gibi çarpmasına neden oldu. Oturduğum yerde donup kalmıştım, gözlerim ışığı takip ediyordu. Bir süre sonra kaşlarımın ortasında hissettiğim ışığı duymaya başlamıştım. Bakmamı istediği bir nokta vardı. Galata’ya doğru başımı kaldırdığımda uçan aracında bekleyen bir uzaylı bana bakıyordu. Onu görür görmez korkudan titremeye başladım. Uzun ince gri parmaklarını ağzına götürüp sus işareti yaptı ve sonra bileğine taktığı cihaza dokundu ve “Ülke yok edilecek bu topraklardan artık gitmelisiniz.” dedi. “Neden sadece ben?” diye sabaha kadar olayı kişiselleştirmiştim ki tüm ülkeye dağdaki çobana, yayladaki köylüye, şehirdeki zengine, bilimcisinden, cahiline herkese aynı mesaj gelmişti.  Zenginler sabah ülkeyi terk etmeye başlamıştı bile. Özel, tarifeli fark etmeksizin uçakların biri kalkıp biri iniyordu. Annem “Bu sefer gitmeyeceğiz, burada kalacağız.” diyor, olanları anlamak istemiyordu. Onu bırakıp gidemezdim ama belli ki burada da artık kalamazdık. Sürekli ne yapacağımızı düşünürken gidenler gitmiş, kalanlar da ne yapacağını bilmez şekilde boş boş sokaklarda dolaşıyor, yağma yapıyor, kavga ediyor, doğdukları yüzyıla sövüyorlardı. Evden çıkamaz olmuştuk, annem çok yaşlanmıştı. Son günlerde biten ilaçlarını alamadığım için iyice halsiz düşmüş, sabahlara kadar inlemeye başlamıştı. Tansiyonu yükseliyor, şekeri düşüyor, ateşi basıyor, gideceğiz korkusundan ruhu sızlıyor, canı hep acıyordu. Çevremde kalan, sayısı onu geçmeyen insana ulaşmaya çalışıyor doktor arıyordum, doktor yoksa eczacı. Çok garipti diğer ülkeler sıradan yaşamlarına devam ediyordu. Uzaylılar sadece bizi tehdit ediyordu. “Gidin” ikazından bir süre ortadan kaybolmuşlardı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim? Çocukluğumun geçtiği topraklar da yok edilmişti. Son olarak Çin’in yok edilmesinin ardından küçük bir Rum diyarının kaybolması insanlığın dikkatini bile çekmemişti. Uzaylıları çözmeye çalışıyorlar, iletişim yöntemleri geliştiriyorlardı ancak uzaylılar dost canlısı değildi. Dünyanın çekirdeğindeki enerjiye ihtiyaçları olduğunu söyledikleri kısa ve net bir bildiri yayınladıkları gün nihayet tüm insanlığı ne yapacağını bilmez bir telaş sardı. Çok geçmeden ikinci bir bildiri geldi. Bize verilen zaman dolmuştu ve yok edilecek ülkeler arasında birinci sıradaydık. Rüyamda tüm insanlığın toplandığı bir salondaydık ve onlara neye göre ilk sıraya yerleştiğimizi sordum. Mutsuz insanlar çoğunluğu sıralamasında ilk sırada olduğumuzu şaşkınlıkla öğrendim. Biri “ABD de mi öyleydi?” dedi. Rusya, Çin, Kore, ABD onları tehdit eden bir kimyasala sahip olduğu için ilk önce yok edilmiş. Hem de hiç uyarılmadan. İçimizden biri “Milyonlarca insan olarak gidecek bir yerimiz yok, biz oksijensiz yaşayamayız, sıkıştığımız bu yerde ölüp gideceğiz.” dedi. Uzaylı cevap verdi. “İsterseniz biz taşırız sizi, tabii bir şart var. Hiç canlı öldürmemiş olmak, bitki ve küçük böcekler de dâhil.” Dünyada bu şartı sağlayan insan yoktu tabii. Sadece bebekler başka bir gezegene taşınırken insanlar dünyanın son gününü beklemeye başladı. Bizi kabul edebilecek başka bir gezegen yoktu. Dünyadan başka her yer bize yasaktı. Şimdi Galata Kulesi’ne bakarak bu satırları yazıyorum ve yok edileceğimiz günü bekliyorum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder